/i/Hikaye

Herkesin bir hikayesi var, ya senin hikayen nedir?
  1. 5.
    +1
    "Kutulardan iki tanesi de açılıp, gofretler üzerime döküldü... Sinirden beynime giden damarlar kulaklarımdan çıktı! Adamlar yardım etti bana, kalktım. Dizdik kutuları tekrar, özür falan diledim. Sonra bunu deterjan reyonunda saklanırken yakaladım. Şu perde reklamındaki kadınlar gibi beni görünce direk 'aaa' diye ciyaklamaya başladı. Herkes bize bakıyor falan... Yalvardı, bir şey demedim yine. Düşürdüm önüme... Kasadayız işte ben aldıklarımızı geçiriyorum, bu defa kasiyer kızla uğraşmaya başladı. Yaka kartına ellemeler, 'Hmm demek adınız Candan, ne tesadüf benimki de Oğuz' demeler... 'Beni de bir tur geçirir misiniz kasadan' diye espri yaptığını zannetmeler... Ulan en son çıldırdım, elimdeki kola şişesini fırlattım kafasına!"
    a-p-id="d6e8521463f53f5995ea92b2da93274c">"Allah'tan bir litreydi ha... Yoksa dünyadaki en harika mese ölüyordu."
    "Mese mi?" dedim kaşlarımı çatıp. "Mese ne be?"
    "Gizli bir örgüt. Ben kurdum. Henüz tek üyeyim ama... " Ellerini yumruk yapıp ağzına zütürdü ve hafifçe öksürdü manifestosunu okumaya hazırlanan bir lider edasıyla. "Kural bir, bu örgüte üye olanlar memeyi sembolik bir güzellik göstergesi olarak görmeli ve Kate Upton tek gerçek lider olarak alınmalıdır."
    "Kudurdun mu yine," dedim ayağına küçük bir yumruk atıp. "Ne be! Bazıları gibi," dedi Gökhan'ı işaret edip "Kız ellemek için bir yıl peşlerinde koşmuyorum. Benim görüşüm tamamen hormonlardan uzak, estetiğe yakın. Anlatabildim mi? Sadece sembolik olarak seviyorum ve ilgileniyorum." Gökhan, Oğuz'un tam ayağının ucunda duran kafasına vurdu. "iki," dedi Gökhan'ı takmayarak. "3P fetişisti olmalı üyeler. Pizza, pijama ve pislik! Örgüt üyelerinin milli yemeği pizza olmalıdır. Pizza yemeyen bir insan evladını örgüt topraklarımıza asla alamayız! Kesinlikle çeşit çeşit pijaması olmalı ve pijamanın dünyadaki en harika buluş olduğunu kabul edip bunu hayat mottosu haline getirmelidir. Ve arkadaşlarına pislik yapmak tek eğlencesi olmalı ve bu konuda olabildiğince acımasız olmalıdır. Şimdilik bu kadar. Henüz tek üye ben olduğum için kuralları yavaş yavaş belirliyorum." Tek tek odadaki herkese baktı tepkimizi ölçmek için. Hepimiz 'senin var oluşun hangi günahın bedeli' bakışı atınca bize dil çıkarıp "Siz ne anlarsınız, Fight Club gibi büyüyünce örgüte girmek için yalvarırsınız ama" dedi. Klagib Oğuz... Onun davranışlarına verilebilecek en güzel iki tepkiden biri olan yok saymayı tercih ettik o an.
    Günün devamında ben yine sıkıntıdan yerde yuvarlandım. Ali ve Sinan ile biraz Pes oynadık. Sinan'ı açık ara yenince 'Utançtan fazkalıklarım içine kaçtı' diyerek trip attı bana bir kaç saat. Oğuz bir ara Ali'nin annesinden kalma plates topuyla futbol oynamaya kalktı. Avizelerden birini aşağı indirince Ali Oğuz'u evden kovdu. Sinan akşama doğru bir ara bizle iddiaya girip yüz mekik çekebileceğini iddia edip, on iki de belini kırmak suretiyle iddiayı kaybetti. En son gece 11'e gelirken Gökhan koridorda fizikçiye küfrederek koşuyordu, gerisini bilmiyorum. Her ne kadar ben ruhumun memesi yok herhalde diye düşünsem de, aileme göre; on bir yaşında, saçları iki yandan örgülü mavi önlüklü bir kız çocuğuydum hala. Bu yüzden onlardan hep birkaç saat önce ayrılmak zorunda kalıyordum. içlerinden birisi de her defasında ben ne kadar itiraz edersem edeyim, beni eve bırakıyordu, ki bu kişi genelde Ali olurdu. O gece de olduğu gibi. Tam on iki yıldır olduğu gibi...
    Hepimiz beş yaşımızdan beri arkadaştık. Bir tek Sinan'ın ailesi O sekiz yaşındayken taşınmıştı mahalleye, o kadar. Ne yalan söyleyeyim... Kızlarla evcilik oynayarak büyüyüp, bir erkek için bir tarafımı yırtacağıma, onlarla mahallelinin camlarını kırarak büyüdüm ve şimdi tam dört tane sevgilim var. Ve bunu dünyadaki başka hiç bir şeye değişmem... Onlar benim hep sevgilim, hem arkadaşım, hem annem, hem babam, hem kardeşim... Her zaman geçtiğimiz sokak lambası, her zaman yürüdüğümüz kaldırım, her zaman geçerken burnumuzu kırıştırdığımız çöp konteynırı ve yaklaştığımızı belli eden; köşedeki minik market... Ali'nin koluna girdim yolun sonuna yaklaştığımızı fark edince. "Daha kaç yıl sen eşlik edeceksin acaba ben eve giderken çok merak ediyorum Alikuş" diye soruverdim birden.
    "Sen bir başkasını yanında görmek isteyene kadar," dedi elini omzuma atarak. "O zamana kadar hava kararınca seni eve bırakan hep ben olacağım." Kafasını hafifçe çevirip, güldü bana. Ben de gülümsemesine hafifçe gülerek karşılık verdim. "Yarın erken kalk. Kahvaltıyı bizde yapalım. Tamam mı?" deyince bbaşımı usulca salladım. "Ama bana krep yaparsan... "
    "Beceremiyorum ben o şeyi!" dedi mızmız çocuklar gibi. "Kaç kere denedim hepsinde kek gibi kapkalın oldu. Ya da yandı... Başka bir şey yapsam olmaz mı?"
    "Şaka yaptım," dedim gülerek. "Ne yaparsan yap, bu küçük Taz
    manya canavarı hepsini silip süpürecek!"
    Cevap vermedi Ali, çünkü cevap vermeye fırsat kalmadan evin önüne geldik. Kolundan kolumu çekip, hafifçe el salladım ona. O da aynısını yaptı. Her zamanki ritüel... iyi geceler yok. Sadece gülümseyin, geceniz iyi geçsin!
    • **
    On yedi yıllık hayatımda her sabaha, annemin ismimi tekrarlayarak beni çileden çıkarmasıyla başlardım bir Yaprak geleneği olarak. Ancak hafta sonları genelde çok ilişmezdi bana öğlen olana kadar. Ama o pazar günü baya erken başlamıştı ismimi sayıklamaya. "Yaprak dedim!" diye odaya paldır küldür dalana kadar kale almamıştım pek. Yorganı üzerimden çekip, "Kızım sana bağırıyorum kaç saatir, duymuyor musun?" deyince, yastığımın altındaki telefona baktım yarım açık gözlerimle. Saat 9'du. "Anne," dedim kafamı kaşıyarak ayağa kalkarken. "Beni pazar pazar bu saatte kaldıracak kadar önemli en fazla ne olmuş olabilir diye düşünüyorum da şu an... Deprem belirtisi yok, evimize düşmüş bir gök taşı olsa duyardım, yıldız kayıp bize girse hissederdim... Yani, açıklaman ne bilmiyorum ama cidden-" Eliyle ağzıma bastırdı annem. "Bu sanaymış" dedi elindeki büyükçe bir kutuyu bana uzatarak. "Aç içini hadi, meraktan öleceğim!"
    Annemin elime tutuşturduğu büyük ama hafif kutuyu kucağıma alıp, yatağıma oturdum. Uykum dağılmıştı birden. Kim bana bir kutu gönderirdi ki? "Bana baksana kız, sonunda sevgili mi yaptın?" dedi annem büyük bir coşkuyla. Annemin gözlerindeki heyecanı kırmak istemezdim ama, Yaprak'tım be ben... Sevgilim olma ihtimali, Sinan'ın fizikten geçme ihtimalinden bile düşüktü.
    "Ne sevgilisi be ana kraliçe. Bizim salaklar eşek şakası yapıyordur" desemde, kalbim biraz hızlanmıştı ne yalan söyleyeyim. Hızlıca dışındaki jelatini parçalayıp, annemin meraklı bakışları altında paketi açtım. Ve sanırım hayatımda yaşadığım en büyük şoku yaşadım... içimden kocaman bir 'yok artık' deyip paketteki elbiseyi çıkardım. Dün butikte sırık oğlanın bana denettiği elbisenin aynısıydı... Birkaç saniyelik şokun ardından elbiseyi iyice kaldırdım daha iyi bakabilmek için. O anda, elbisenin arasına sıkıştırılmış bir kağıt kucağıma düştü. Kaşlarımı çatarak, elbiseyi yana fırlattım ve kağıdı açtım hemen. Kağıtta aynen şöyle yazıyordu...
    Tümünü Göster
    ···
  2. 4.
    +1
    Merve Gökhan'ın eski sevgilisiydi. Kız ne kadar 'bitti' dese de Gökhan için asla geçerliliği olan bir ayrılış değildi bu. Bir senedir... Ayrılık sebepleri her ne kadar Gökhan'ın çılgınlık boyutundaki kıskançlıkları olsa da, ayrıyken bile kıskançlıktan delirip, Merve'yi de delirtiyordu. O yüzden Merve ne yaptı da sinirlendin diye sormadık bile. "Kanka sen Merve'yi bırak fizikçiyi al. Bıyıklarına kurban... Valla bak. Hem belki bizi de baldız kontenjanından geçirir belki. Ha?"dedi Sinan yapmacık bir ciddiyetle.
    "Ahlak seviyem ile IQ seviyem aynı düşüklükte. O dersi geçemiyorum ama, sana küfürlerimle bir güzel geçirebilirim bunu biliyorsun değil mi güzel kardeşim?"
    Gökhan'ı üç kelimeyle anlatın deseniz, kıskanç, korumacı ve küfürbaz derdim herhalde. Ama sizin bildiğiniz küfürbazlardan değildi Gökhan. Hep dediği bir şey vardır bu konuda. 'Küfürbazlıkla sihirbazlık arasında ince bir çizgi vardır, ben de tam oradayım.' Evet, tam da böyleydi. Herkes küfrederdi, ama kimse Gökhan gibi edemezdi. Biraz da onun için stres atma yöntemiydi bu. Sürekli hayatındaki kadınlar ve belalısı fizikçi yüzünden ortalıkta öfke küpü olarak dolaştığı için kimse umursamazdı bile o küfredince. O an olduğu gibi... Biraz homurdandı bize tünediği koltukta zap yaparken. Ama kendimizi Gökhansavar moduna aldığımız için duymadık bile.
    "Sinan pes atalım mı? Canım çok sıkıldı" dedim telefonuyla uğraşmaya başlayan Sinan'a. Beni sallamadı. işaret parmağımı telefonunun ekranına bastırdım rastgele. "Lan! Kıza like attım yanlışla senin yüzünden!" diye çemkirip kalkıp kanepeye oturdu. "En hassas yerlerinize like atarlar inşallah... " dedim kendi kendime. Kaşlarımı çatıp sıkıntıdan sesli bir nefes alıp halıya uzandım. "Sıkıntıdan kusacağım!" diye bağırdım tekrar. "Fazlalıklarınız içine kaçsın inşallah" deyince ikisi de yanlarındaki yastıkları kafama fırlattılar. Bu, bizim için 'sus' emriydi. Sinirle yastıkları kenara fırlatıp, sıkılınca yaptığım gibi halıda yuvarlanmaya başladım. Yuvarlanmak, gerçekten sıkıntının tek ilacıydı! Belki de yuvarlanırken insanın beyni lıkır lıkır ettiği için o an küçük çaplı bir beyin sarsıntısı geçirdiğimden sıkıldığımı bile anlamayacak duruma geliyordum ya... Önemli değil. Hem memelerimin küçük olmasının verdiği bir avantaj da vardı. Yuvarlanırken pek sorun çıkarmıyorlardı bana. Ben, halıda on ikinci turumu atarken, dış kapının örtülme sesi geldi. Durdum, kimin geldiğini anlayabilmek için. Ali'ydi gelen. Tam kapının önünde durup, poşetleri yere fırlattı sinirle. "Bir daha bu heri
    fi peşime takarsanız markete giderken, hepinizi giberim." Sonra ayak ucunda öylece yatan bana baktı gülerek. "Sen hariç Yaprak'ım... "
    Parmaklarımı öpüp Ali'ye doğru üfledim. O da havadaki görünmez kalpleri eliyle yakalar gibi yaptı gülerek. Yüzü, Oğuz'un pişkin pişkin gülerek içeri girmesiyle tekrar düştü. "Ya amma abarttın ha, ne yaptım ki?" diye sordu grubumuzun yaz aylarında gevşeyen elektrik telleri misali, gevşek üyesi. "Ne mi yaptın?" dedi Ali sinirle Sinan'ın yanına geçerken kanepede. "Bir de ne yaptım diye mi soruyorsun lan?!"
    "Evet, ne yaptım?" dedi ısrarcı bir tavırla Oğuz. Kolundan tutup halıda yanıma çektim. Poposunun üzerine düştü. "En sevdiğim yerim acıdı" dedi poposunu tutup. Sonra ayaklarıyla kendini iterek kanepeye sırtını dayadı. "Oğuz sinirlendirme beni, valla o fazlalığından tavana asarım seni; Yaprak depresyona girdiğinde avize yerine seninle konuşur!"
    "Ay bakamam ben ona öyleyken," dedim elimi gözlerime kapatıp. "Ne yaptı yine lan, kasiyer kıza salça mı oldu?" dedi Sinan beni takmayarak. Ellerimi gözlerimden çekip, Ali'ye doğru döndüm. "Abi delirtti beni ya, bildiğin delirtti!" dedi kanepe vurup. "Önce kendine ayrı bir alışveriş arabası alıp gelip gidip arkadan çarptı bana... "
    "Alışveriş arabana mı çarptı" dedim öyle olduğunu umarak. "Hayır Yaprak'ım" dedim gülmek ile sinirlenmek arasındaki o ince çizgide takılı bir yüz ifadesiyle. "Bildiğin kıçıma çarptı ikide bir! Bir de cidden komikmiş gibi iki saat anıra anıra güldü."
    "Komikti ama," dedi Oğuz yine pişkin pişkin. Ali ayağının dibindeki pilates topunu alıp Oğuz'a fırlatacakmış gibi yaptı, sonra "Dua et yanında Yaprak var. Yoksa tak böceği gibi ezmiştim seni bu topla!" Topu usulca yere bırakıp devam etti konuşmaya. "Sonra bunu et reyonunda kıstırıp alışveriş arabasıyla ben de vurdum ona. Vura vura baya pastırma kıvdıbına getirdim dengesiz herifi. Getirdim ki uslu uslu dursun diye... Ama yok, herif arsız. Ben vurdukça kahkaha attı! Daha fazla rezil olmayalım diye bıraktım geri zekalıyı. Dedim herhalde aklı başına gelmiştir. Sonra kampanyalı gofretleri gördüm, üst üste dizmişler bir köşeye. Eğildim, neymiş diye bakıyorum... Ne oldu bilin hadi." Bir bana, bir Sinan'a, bir Gökhan'a baktı. "Arkadan alışveriş sepetiyle bana bir vurdu, ben direk kutulara girdim. Hepsi üzerime yığıldı!"
    "Çok komikti lan, bir baktım dağ gibi çocuk Eti Petito'nun pandasına dönmüş" dediğinde, Oğuz'un ayaklarına çimdik attım 'sus' diye.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    +1
    Sırık oğlanın denememi istediği elbiseye alıcı gözüyle baktım kabine girince. Tüllü pullu tuhaf bir elbiseydi. Pudra renkli miydi... Yoksa başka bir renk mi... Kafamı salladım çözemeyeceğimi anlayınca. Ara renklerle arası iyi olmayan kızlardandım ben. Yedi ana renk bana fazlasıyla yetiyordu çünkü. Cam göbeği, kavun içi, yavruağzı... Gereksizdi hepsi. Işınların kırılmasına göre sürekli değişen renklere fazla anlam yüklüyorlardı bana göre. Elbisenin fermuarını açıp, üstümü çıkarmadan geçirdim üzerime. Yandaki fermuarını çekip, kabindeki aynaya baktım. Altımda kot pantolon, üzerimde tişört... Onların üzerinde tüllü pullu bir elbise. "Elbise giydirilmiş bir haşlanmış patates," deyip kıkırdadım yine. Sonra kabinin önünde benden haber bekleyen sırığa seslendim. "Bu oldu bana, çıkarıyorum!"
    "Dışarı çıkmayacak mısın?" dedi eliyle kapıya tıklatıp. "Hayır," deyince kendi kendine bir şeyler söyledi ama daha laflarını bitirmeden ben çoktan kabinden çıkmıştım bile. Elbiseyi eline verip, almaya pek de istekli olmadığım gömleğimi geri aldım elinden. "Sana yarın iyi şanslar."
    "Teşekkür ederim," dedi gülerek. "Yarın şansa fazlasıyla ihtiyacım olacak... "
    Butikten çıkar çıkmaz, Alilere gittim. Ali... Ali kim mi? Benim başımın belası dört çocukluk arkadaşımın içinden en aklı başında, en gamzeli olanı... Alilerin evi geçtiğimiz yazdan beri boştu. Çünkü annesi de babası gibi ingiltereki bir şirketten teklif alıp, babasının yanına gitmişti çalışmak için. O yüzden Ali bir kaç aydır tek yaşıyordu evde. Arada gelip kalan huysuz anneannesi ve birkaç uzaktan akrabasını saymazsak... Ha tabi bir de akşam geç saatlere kadar evi çekirge sürüsü gibi istila eden bizi...
    Ali hepimize bir anahtar yaptırmıştı acil bir şey olduğunda hemen gelebilmemiz için. O gün de, o anahtarla girdim eve. Kapıyı sessizce örtüp parmak uçlarımda ilerledim salona doğru. Salon kapısının önüne gelince, elimi kapı koluna yerleştirip hızla içeri girdim yüzümde mahallelinin eriklerine dalan ve yakalanmadan eve kaçan bir çocuk gülümsemesiyle. Kapıyı hızla açıp, "Ben geldim!" diye cırladığım an, yüzüme çarpan bir cisim yüzünden ışık hızıyla düşen enerjime eşik ederek ben de düştüm yere. "Hayvan mısınız ya bu ne?!" diye bağırırken, kafama gelen şeyin Gül teyzeden kalma bir pilates topu olduğunu anladım. "Bir şey oldu mu lan?" diye bağırdı Sinan salonun diğer ucundan.
    "Nöron sayımda üçte bir oranında bir azalma söz konusu ama iyiyim yüz yılın sığırı" dedim halıdan destek alarak dizlerimin üzerinde doğrulurken. Popomun üzerine oturup, hafifçe geriye kaydım ve sırtımı kanepeye yasladım. "Ne bu sinir? Hıncını toptan mı çıkarıyorsun?"
    "Fizikçi notları sisteme girmiş. Bil bakalım bu arkadaşın yine kaç aldı?" Halıya tam karşıma çöktü o da. "Sıfır iki... Hepsini doldurmuştum bu defa siz şahitsiniz! Ulan puan kırma demiyorum hobi olarak yine kır, ama bir insan evladının kağıdından doksan sekiz puan nasıl kırılır? Otuz puan kır... Kırk kır... Hadi elli kır... Yok abi. Herif atomu parçalayamamasının zorunu o atomları benim kıçımda patlatarak çıkarıyor resmen. Her seferinde verdiği notlar gol hanesine yazılırdı ama bu defa topu doksanıma taktı anlıyor musun Yapra
    k? Jeneriklik bir goldü bu. Sezon sonunda babamla izleyip yorumlayacağız hayırlısıyla."
    "Nefes al be konuşurken" dedim elimle omzuna vurarak. "Valla benim de senden pek bir farkımda yok. Yirmi üç vermiş bana da. Bizim komple puanları toplarsak belki geçer not alırız" dedim gülerek. Sinan gülemedi. "Diğerleri nerede? Tek misin evde?"
    "Ali markete gitti evde bir şey kalmamış. Oğuz da kasiyer kızın 'memeleri' aşkına yardıma gitti Ali'ye. Gökhan da damlar birazdan." Sinan daha lafını bile bitiremeden, dediği gibi Gökhan salon kapısında belirdi. O, adının geçtiği yere üçüncü saniyede damlayan tiplerdendi. "Geldi bak, dedim sana."
    "Arkadaşlar fizikçi bana sulanıyor kesin emin oldum." Ayağının dibindeki pilates topuna vurdu sinirle. Yine bana gelmesin diye eğdim başımı. Uçarak odanın diğer köşesine gitti. "Ne oldu, yine emmeli gömmeli bir not mu verdi?" dedim gülerek. "Otuz bir vermiş yine. Bu adamın benimle derdi ne ulan? On sekiz... Otuz bir... Otuz üç... Söylerken insanın içini gıcıklayacak notlar veriyor herif durmadan bana. Hadi onu geç bari yüksek not ver. Kaç dönemdir dersini alıyorum adamın, geçmek nasip olmadı." Üzerimizden zıplayıp en sevdiği koltuğa geçti. Televizyonun hemen önündeki... "Gökkuş belki o sana o notları vermiyordu da, sen özellikle ayarlıyorsundur ha? Ben fizikçinin yerinde olsam şüphelendirdim yani" dediğim an, ayağıyla kafama vurdu hafifçe. "Bak bugün bulaşmayın bana, sinirlerim çok bozuk. Fizikçiye ayrı sinirlendim, Merve'ye ayrı... "
    Tümünü Göster
    ···
  4. 2.
    +2
    "Ne demek değiştiremezsiniz? Annem yanlışlıkla almış, rengini değiştireceğim diyorum. Bunun için fişe ve ya değişim kartına ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum." Geldiğim butikte, arkamda bir kuyruk insan varken kasa görevlisiyle gömleği değiştirmedikleri için kavga ediyordum. Arkada sesler, homurtular yükselince görevli parmağıyla kapıyı işaret edip, "Hanım efendi, fişiniz ve ya değişim kartınız ile gelirseniz yardımcı oluruz seve seve. Ama şimdi... " dedi dişlerini sıkarak. "Lütfen gidiniz."
    "iyi be aman," dedim kasada öylece duran gömleği bir hışımla çekip. "Gidiyorum!"
    Kasadan, yüzümün yarısı sinirden uyuşmuş bir halde homurdanarak çıktım. Bir yandan gözlerimi sinir bozucu pembe gömlekten ayırmadan ona nefret kusuyordum, diğer yandan kasadaki o tuhaf burunlu, kocaman gözlüklü gıcık görevliye Yaprak tipi beddualarımdan sıralıyordum. "Fiş lazımmış... inşallah kız istemeye gittiğinizde fiş getirmezseniz kızı vermeyiz derler de mal gibi kalırsınız ortada. Ayrıca sevgili pembe, sen ne biçim renksin be... Kırmızı desen değil, beyaz desene hiç olamamışsın. Arada kalmış çirkin bir renksin. Gökkuşağında bile yoksun. Nefret ediyorum senden. Keşke pembe kussaydık. Layığını bulurdun. Çirkin şey... " Gömleği koltuk altıma sıkıştırıp, yoluma devam edecektim ki, birden bir yere tosladım. Duvar olamayacak kadar yumuşak bir yere... Bir adım geri çekildim başımı tutarak. Çarptığım şey, kafamı kaldırmadığım sürece sadece memeleriyle bakışacağım bir erkekti. Uzun bir erkek. Fazla uzun... Kafamı kaldırıp, içimden 'sen kapat oradan çok yazar' diye geçirdim. "Pardon... " dedi ben hala aval aval ona bakarken. "Sorun değil," dedim umursamaz bir tavırla. Elimi, 'gerçekten önemli değil' der gibi havada hafifçe sallayıp, tekrar yürümeye başladım. Ta ki az önce çarptığım sırık tarafından ikinci kere durdurulana kadar. "Pardon, bir şey rica edebilir miyim acaba?" diye bağırınca butiğin çıkış kapısının tam önünde durdum ve arkamı döndüm. "Efendim," dedim tek kaşımı kaldırarak. Çocuğa matematik sınavında, elliden yukarı aldığım kağıdıma baktığım gibi, şaşkınlıkla bakmış olacağım ki, çocuk panikle "Ah, şey... Öyle bakma lütfen. Öyle korkulacak bir şey değil... " dedi.
    "Korkulacak bir şey olduğunu düşünmedim zaten. Devam et... " dedim elimle golden sonra oyuna devam edin emri veren bir Fatih Terim edasıyla. Eliyle bana, 'gel gel' yaptı etrafına bakınıp. Başta sinirimi bozsa da beni bu kadar uğraştırması, dudaklarımı hafifçe toplayıp, küçük adımlarla yanına gittim. "Evet, seni dinliyorum. Biraz hızlı konuşsan iyi olur. Oradan buraya geç geliyor, iki dakika sonra anca mavi tik oluyor." Bana, 'pardon' der gibi baktı sırık oğlan. "Ah, sen beni takma. Ne istemiştin?"
    "Şey... " dedi utanır gibi. Elindeki elbiseyi uzattı bana doğru. "Sevgilime hediye bakıyorum da... Bedeninden emin olamadım. Aşağı yukarı senin boyunda ve kilonda. Şey diyecektim... " Elini saçlarına zütürüp, kaşıdı huzursuzlukla. "Acaba bunu bir deneyebilir misin? Eğer sana olursa, ona da
    tam olacaktır."
    Çocuğa gözlerimi kırpıştırarak baktım. Üzerimdeki bol tişörtten bedenimi çözmesine şaşırmam bir yana, memeleri fazla gelişmiş bir ilkokul erkek bebesi kadar olan benimle aynı bedende bir sevgilisi olması... Gey misiniz acaba dememek için kendimi zor tuttum ve "Pek sanmıyorum... " dedim kıkırdayarak. "Neyi sanmıyorsun?" dedi hayal kırıklığına uğramış bir suratla. "Lütfen... " dedi sonra ağlamaklı bir yüz ifadesiyle. "Kız arkadaşımın yarın doğum günü. Gerçekten ona güzel bir sürpriz hazırlamak istiyorum" dediğinde, içimden 'demek ki gey değil' diye geçirip güldüm. Masmavi gözlerini, yardım edip etmeyeceğimi anlayabilmek için kocaman açtı. Gözlerimi hafifçe yana devirip elindeki elbiseyi aldım. Benim pembe gömleği de eline tutuşturup "Deneyelim bakalım... " dedim kabinlerin olduğu yerin yolunu tutarak...
    • **
    Tümünü Göster
    ···
  5. 1.
    +4 -1
    Her küçük kız, hayatında bir kere prenses olmanın hayalini kurmuştur gece yatmadan önce. Prenses olup, o kabarık elbiseden giyerek prensinin kollarına atılmanın hayalini... Hiçbir zaman öyle bir kız olmadım ben. Hatta, küçüklüğümde annemin beni uyutmak için okuduğu masallardan ve o masallardaki prenseslerden nefret ettim hep. Kıyafetlerinden utanıp, bir periden yardım kabul eden ve camdan bir topuklu ayakkabıyla onu sadece öyle görüp beğenecek bir prense giden Sindrella'dan nefret ettim. Uyanmak için bir erkeğe muhtaç Uyuyan Güzel'den nefret ettim. Kuş tüyü yatağındaki bir bezelyeden rahatsız olan o priçesten nefret ettim. Bacakları olan bir adama aşık olup, sonunda köpük olan deniz kızından nefret ettim. Ölünce onu deli gibi seven yedi dünya tatlısı cücenin ağlamasına uyanmayıp, bir prensin öpücüğüyle uyanan Pamuk Prenses'ten nefret ettim. Hepsinden... Bence prensesler, dünyadaki en aptal kişilerdi. Annem her ne kadar ben böyle deyince dudaklarıma parmağıyla bastırıp, "Bir daha duymayayım, yoksa dışarı top oynamaya yollamam seni!" diye tehdit etse de, o odamdan gidince yine prenses kostümlü bebeklerimin üzerinde tepinip onlardan nefret ettiğimi söylerdim sürekli. Pembe ve mavinin kesin bir çizgi ile ayrılmadığı ve birbirine karıştığı kendi ütopyamda, birlikte saklambaç oynayıp eğlenen prenses ve prensler daha tatlıydı çünkü.
    Ama annem hiçbir zaman, buna inanmadı. Onun için her zaman kızlar bir prenses ve prenseslerin pembeli düşleri, kıyafetleri ve yatak örtüleri olmak zorundaydı. O hafta sonu dışarı çıkmak için hazırlanırken dolabımda, askıda öylece asılı, etiketi hala üzerinde duran pembe gömlek gibi...
    "Anne," dedim tam annemin karşısına dilip, kaşlarımı çatarak. Elimi bel boşluğuma yerleştirip, gömleği tuttuğum elimi annemin burnuna doğru iyice uzattım. "Bu ne?"
    "Hmm... Buradan bakılınca sana yeni aldığım gömlek gibi duruyor kuzum."
    "Şimdi rahatladım gerçekten," dedim gömleği annemin burnunun ucundan çekip. Yapmacık bir gülümseme takındım yüzüme sonra. "Beğendin mi?" dedi dalga geçer gibi. Gülmek için zorladığım yüz kasmalarımı sinirlenebilmeleri için tekrar serbest bıraktım, "Tabii ki, hayır!" derken. "Sana kaç kere diyeceğim ana kraliçe, bana giyince trafik lambası gibi görüneceğim şeyler alma diye." Elimdeki gömleğe 'seni oluşturan renk pigmentlerine ekmek banayım' der gibi bakıp, "Hem bu... Pembe be!" dedim.
    "Kız sen beni delirtecek misin," dedi annem elinde ayıkladığı fasulyeleri önündeki sehpaya bırakıp. Sakin tavrı, yine kadın programlarında iki dakika önce ikinci sınıf bir pop şarkı eşliğinde göbek atıp, iki dakika sonra nereye çemkireceğini şaşıran teyzeler misali darmaduman olmuştu. "Ne olmuş pembe ise? Daha önce kaç kere konuştuk seninle bu konuyu, neden hiç benim aldığım şeyleri beğenmiyorsun?! Hem bak birkaç gün sonra Tülay teyzene gideceğiz, orada giy diye aldım. itiraz kabul etmiyorum bu defa."
    "Üzgünüm ama ana kraliçe," dedim arkamı dönüp büyük adımlarla kapıya yönelirken. "Ben bunu giymem. Git yeşil al, sarı al, kırmızı al. Ama bana pembe alma. Tiksiniyorum bu renkten anlamıyor musun?!" Dış kapının zincirini açtığımda, "Nereye?!" diye bağırdı arkamdan. "Bizimkiler beni bekliyor, oraya!" dedim yalan söyleyerek. "Gömleği düzgünce koy yerine öyle git!" Cevap vermeyip, gömleği buruşturarak tişörtümün içine soktum. "Kime diyorum kız ben?!" diye bağırırken ise, kapıyı çarpıp koşarak çıktım evden.
    Dedim ya... Pembeden nefret ederdim. Anneme göre bu, bir kız için korkunç bir şeydi ve ortada mutlaka bir tuhaflık olmalıydı. Neden bir kız pembeden ve elbiselerden nefret eder ki? Neden sürekli kot ve tişört giyer? Ama anlamadığı bir şey vardı. Nasıl ki turuncudan hoşlanmama hakkım varsa, pembeden de nefret edebilme hakkını bana doğa vermeliydi. Nasıl ki açık renk kotları çok sevmiyorsam, elbiseleri de sevmeyebilirdim. Sadece kız olduğum, çoğunluğun sevdiği şeyleri sevmiyorum diye tuhaf olan ben olmamalı, rengi bile cinsiyete bölüştüren annen ve annem gibiler tuhaf
    olmalıydı.
    Kendimi sokağa attığım, tişörtün içine sokuşturduğum gömleği çıkardım, balkondan "bak sakın o gömleğe bir şey olmayacak!" diye ciyaklayan annemi duymamaya çalışarak. Gömleği elimde evirip çevirdim ve markasını etiketten çözmeye çalıştım. Annemin onu nereden aldığını çakınca da, "yakayı ele verdin ana kraliçe" deyip kendimden emin bir şekilde yürümeye başladım. Birkaç sokak alttaki bir butikten almıştı annem. Polisiye romanlarda, finalde dedektifler bütün kahramanları bir odaya toplar ve dudakları arasına bir puro yerleştirip gözlerini kısarak "Katil aramızda... " der ya havalı havalı... Tam da öyle bir bakış attım sokağın sonuna doğru. Ve elimle yolu işaret edip, "Gidelim Watson... " dedim. iki adım atınca, bağlamayı unuttuğum bağcığa basıp düşmeseydim, kesinlikle havalı bir sahne olabilirdi bu. Evet.
    • **
    Tümünü Göster
    ···