• 2 / 2 / 72 entry
  • 60 başlık
  • 521.75 incipuan

nezarette rezalet onikinci nesil normal

  • 0
    di maria da ankaralım di maria
    di maria da ankaralım di maria
    beş yüz altın yedirdim bir ayda
    gitti de gelmedi, ne fayda?


    beyler bence bu hâli daha güzel oldu şarkının. çok manyakça bir espri ve mizah içeriyor. yeni geldi aklıma.
    ···
  • -3
    nezarette rezalet mizah dünyasının neresinde
    evet dostlar, sormak istediğim ve yanıtını da merak ettiğim soru bu. nezarette rezalet adlı inci sözlük yazarı mizah dünyasında nerede konuşlanmış durumda? mizah seviyesi ne ölçüde? neyi doğru, neyi yanlış, neyi ekgib ve neyi fazla yapıyor? mizah dünyasına gelecekte yön verebilir mi? nezarette rezalet mizahı diye bir kavramdan söz edebilir miyiz? o denli markalaştı mı bu adam? toplumun genelindeki gariplikleri yansıtabiliyor mu yoksa daha mı halka inmeli? söz sizin.
    ···
  • 0
    dizi kıtlığından akasya durağı nı bile özlemek
    özellikle son yıllarda yoğunca yaşadığım bir duygudur bu. konusu hep aynı olan ve oyunculuk anlamında çoğu kişide bir yetenek görmediğim dizileri önümüze sunmaktan başka bir şey yapmıyorlar yıllardır. ya ege'de yaz dizisi çekilir oranın hayatı anlatılır, ya bir kız bir erkek önce düşman olur sonra aşık olur birbirlerine. ya da savaşmadığımız, evimizde uslu uslu oturduğumuz dönemde vurdulu kırdılı savaş dizileri izleriz. birkaç dizi hariç eski keyfi alamıyoruz artık dizilerden.

    ben o eski dönemin dizilerini istiyorum. avrupa yakası, yahşi cazibe, ezel, elveda rumeli, en son babalar duyar, yaprak dökümü, aşk-ı memnu, leyla ile mecnun, behzat ç. gibi dizileri özledim ben. o dönemlerin kendine has havasını, mutluluğunu, özgürlüğünü ve özgünlüğünü özledim ben. yahu akasya durağını bile özledim a dostlar! bana deseler ki 2023 yılında sabah kuşağında akasya durağı'nın eski bölümlerinin tekrarı dönecek, sen de onu izleyip ciddi ciddi gülüp (teknik olarak ciddi ciddi gülemezsiniz tabii ama burada eylemin tereddüt içermeden yapılmasından söz ediyorum) o eski zamanları özleyeceksin; ben de derim ki komik adamsın ama ben şaka sevmiyorum*. ama insan özlüyormuş dostlar, yaşamadan bilinmiyor.

    180 bölüm civarı hep aynı konuları işlemesine rağmen hiç sıkmayan, oyunculukların konuştuğu ve yer yer gayet komik bir diziydi. üçkağıtçı sinan'ın afacan çocuk tavırları, mütemâdiyen kullandığı tırın tırının tırınınınnn, hadi bağalım oh oh oh, ali kefal, gülbik, arifim tarifim gibi basit ama etkili replikler, sinan'ın karısı gülbin'in sineaaaaaann adlı harfler dizinini opera icra eder edasıyla sürekli beynimize kazıması, gıcık kaygana şaziment'in yaklaşık 4 bölümde bir zengin (sinan'ın deyimiyle zeaeengin) bir arap şeyhine âşık olması fakat o şeyhin hep dolandırıcı çıkması, usman aga'nın safiye'ye sürekli üldürecem seni safiye deyip de 180 bölüm boyunca vaat ettiği eylemin bir türlü vuku bulmaması (gerçi öldürse dizi biter(u: swh)), dilek ve obayana'nın maceraları, öte yandan agam olur mu öle şey ve biz bir oileyiz dışında cümle kurmamayı tercih eden urfalı seyit, gizli bir olay olunca ortaya çıkan ve ön sırada oturup hep parmak kaldıran inek öğrenciler misali herkesi ispiyonlayan gıcık uyyy nuri babacuğummm ali kemal... say say bitmez, tükenmez anılar bıraktı bize bu dizi.

    adli vakalarda olay yerine 2-3 polis ve 8 şoförün gitmesi, kaçırılma durumunda kaçıran kişinin arkasından dolanıp bir cisimle vurmak suretiyle adamı bayıltıp kaçırılan kişiyi kurtarmak gibi dünyanın en akla gelebilecek yöntemini her defasında başarıyla uygulamaları, ali kemal, urfalı seyit, osman aga gibi yöresel karakterler ne zaman ekrana gelse o yörenin bir müziğini jenerik olarak kullanmaları, her bölümün sonunda bir arada toplanıp aile olgusunu bizlere hatırlatmaları ve daha bir sürü güzel detay özlendi ,özleniyor, özlenecek.

    bize o dönemleri geri verin, bizi mutluluktan mahrum bırakmayın, bize en basmakalıp konuyu işlese bile oyunculuklarla, repliklerle keyif verecek diziler bırakın. yakışıklı ve/veya güzel insanlar istemiyoruz. sahnedeki olayı yaşatan, çoğu zaman basit ama güldüren bir dizi istiyoruz. rengimiz kaybolmasın, akasya durağı türü diziler mümkünse farklı bölümlerle farklı konular da işleyerek çoğalsın. demirin tuncuna, dizinin yavanına, hayatın tekdüzesine kalmayalım. iyi geceler dostlar *
    ···
  • 0
    mahsun kırmızıgül dinlerkenki delikanlılık hissi
    sıkça ve hoyratça yaşadığım bir his. her sanatçının her çeşit şarkısını keyifle dinleyen, kimi zaman yeryüzünün en mutlu insanıymışçasına eğlenip kimi zaman olmayan aşkın acısını çeken ben sıra mahsun kırmızıgül'e gelince bir anda erkeklik duygum kabarıyor ve şu karşıki apartmanlara bakıp of çekiyorum. apartmanlar yıkılmıyor belki ama acımı da dindirmeye çalışıyorum bu yöntemle. kendimi mahsun kırmızıgül'ün, nam-ı diğer abdullah bazencir'in yerine koyuyorum ve çıkamıyorum o karmakarışık ruhtan. isyan edesim geliyor dünyanın bu düzenine. yükselmek adına kahpece plan yapanları, sessizliği ekgiblik sanıp sessizleri ezip geçenleri, kula kulluk edenleri, hayvan ve bitkilere zulmedenleri, futbol ve/veya başka hususlar üzerinden halkı bölenleri, yalancıları, iftiracıları, günlük dertlerimi, dünyanın sıkıntılarını ve bunları değiştiremeyecek olmanın çaresizliğini hissediyorum içimde.

    evet belki yıkılmadım, ayaktayım ama bunu sadece evrende kütle ve hacmimle var olarak yapabiliyorum. kendimi kötülerden üstün kılamıyorum. kabullenmek de zor geldiği için bir çeşit sonsuz bunalım yaşıyorum. sonu gelmez bu yollarda acılarla dolu olduğumun farkındayken adeta iki saatlik bir diziyi birkaç güzel replik uğruna tamamen izler gibi tebessüm ettirecek birkaç olay zerresi bekliyorum kederlerin arasına sıkıştırabileceğim. dinlediğim şarkı mahsun kırmızıgül'ün şarkısı olmaktan çıkıp da başka sanatçılar çıkınca zalimlere, kötülere ve de şerrrrreffsizlere bir kez daha lânet okuyup dönüyorum o yoğun, telaşlı ve bu şekilde boşluğunu unutturan hayat gerçeğine. delikanlılığımı, devrimciliğimi ve erkekliğimi kaybetmiyorum; sadece delirmemek için unutur numarası yapıyorum. tek olmadığımı da biliyorum, hepimiz giriveriyoruz bu kahredici, yok edici, derdest edici döngüye. hepimiz isyanlardayız bugünlerde, hepimiz hak, adalet bekliyoruz bir yerlerden. menekşe kokusunda adaleti, huzuru, barışı ve sakinliği arıyoruz ama nafile. hepimiz birer mahsun kırmızıgül'üz. ondan ve birbirimizden bir parçayız hepimiz. en büyük yanılgımız da birbirimize üstünlük taslamamız. söyleyin, hangimiz tastamamız?
    ···
  • +1 -2
    edebiyatçı saçmalamasına gösterilen haksız hoşgörü
    edebi eserlere verilen tepkilere bir göz attığımda farkına vardığım acımasız gerçek. hayatta herkes saçmalar, bu saçmalamasını istikrarlı şekilde devam ettirip bunun doğruluğunu da savunabilir fakat edebiyatçı saçmalarken daha sakin karşılanıp normal insanlar kadar eleştiri ve dışlanma yaşamıyor. ben bunun nedeninin başlı başına edebiyat olduğu kanaatindeyim. yâni edebiyatçılar saçmalarken edebi bir dil kullandığı için çoğu zaman saçmaladıkları bile fark edilmiyor, edilse de çok ilgi çekiyor ve sempatiyle tepki görüyor.

    bu belki çekicilikle, gönüllerin kimyasının uyuşmasıyla da açıklanabilir. nasıl ki dizilerde yakışıklı ama pgibopat, bipolar, anı anına uymayan erkeklerle çok sağlam bağlar kurulur, sevgiyi en çok o erkek görür, işte edebiyatçı da saçmalarken daha da özgürdür çünkü normalden farklıdır bu delirme. ilginçtir, dip dalgadır, ciddi olaylara gebedir. okuyucuyu içine çekerek asıl olaya hazırlar ve okuyucu da sever bu danışıklı dövüşü. şairin, yazarın delisini sever okuyucu. kan çekiyor demek ki, zevkleri uyuşuyor kitabın sahibiyle. şöyle bir monolog başka nasıl açıklanabilir ki yoksa?

    korkuyorsan, neden bu kadar uzakta yaşıyorsun şehirden? neden üç evli sokağın en ucundaki evde oturuyorsun? son kaldırım taşından bile elli beş adım ötede ne işin var? garip kaderime gülümsedim; aynaya bakarak tabii. tatlı bir gülümseme. eski neşemi kaybetmediğimi göstermek için. sonra durgunlaştım. neden? unuttum. dur, hayır; unutmadım. yalnız kaldıkça, yalnız kalmaktan korktukça... aynadan uzaklaştım; fakat, biliyordum, böyle bir düşünceydi. köpekler sinirimi bozdu, şimdi kendime gelirim. buldum: yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor. bu sefer gerçekten gülümsedim. ister görün, ister görmeyin; gülümsedim işte. her şeyimi kaybetmedim daha; çıkmayan candan ümit kesilmez, havlayan köpek ısırmaz. hay allah kahretsin!

    rahmetli oğuz atay'ın korkuyu beklerken adlı kitabının korkuyu beklerken adlı hikâyesinin girişinden bir kesit bu okuduğunuz veya okumadığınız. yalnızlık ve delilik karışımına biraz köpek korkusu sosu eklenmiş ve sürekli düşünen, en ufak ayrıntılarda bile boğulan, depresif ama arayışta, deli ama dâhi bir karakter sunulmuş okuyucuya. birçok kitapta ve filmde olduğu gibi burada da ana karakter sürekli yol ayrımlarıyla dolu bir yerde gidiyor ve bazen doğru, bazen yanlış yola sapıyor, bu yolda da aklını bırakıyor resmen. çok düşünmek, kafada hep geçmişi, ânı ve geleceği kurgulamak pgibopat bir ruh hâli olarak lanse ediliyor, öyle aktarılıyor karşıya.

    buradan kendime bir eleştiride bulunmak istiyorum, belki de edebiyatçıların saçmalamalarına insanlarca gösterilen bu hoşgörü haksız değildir bayım, ha? belki de gerçekten hepimiz böyle delirmeliyiz. belki de edebiyat katmalıyız acılarımıza, mutluluğumuza, öfkemize, umursamazlığımıza, deliliğimize, suskunluğumuza, boşluğa. kısacası hayata milyonlarca edebi kelimenin gizemiyle bakmalı, öyle devam etmeliyiz. kabuğumuza çekilip her gece ayrı ayrı delirmeliyiz. küfrederek, bağırıp çağırarak, seviyesizleşerek değil de oğuz atay gibi delirmeliyiz her birimiz. öylesi kurtarır bizi belki ne dersin? deliliğe dair bu tespitimi bitirmeliyim artık, hoşça kalın tüm deli sevdalıları.
    ···
  • +3
    serdar aziz mert hakan kavgasi
    şu iki vasıfsız yüzünden bonucci gibi bir adam bizden kavgalı giderse çok söverim yalnız. şöyle bir değeri, bir futbolcudan fazlasını, bir savunma profesörünü, bir italyan ekolünü getirip takım içinde şöyle saçmalıklara maruz bırakmak ayıptır artık. takımda bir huzur yok ki anlamadım gitti.
    ···
  • +2
    sözlüğün en iyi mizah üreten yazarı
    şöyle hem geçmişe hem güncele baktığınızda bu sözlüğü mizahıyla şenlendiren, komediye yeni bir soluk getiren yazarlar denince aklınıza kimler geliyor? hangi güncel yazar mizah için neleri doğru, neleri yanlış yapıyor? neler yapılmalı? fikirlerinizi yazın dostlar.
    ···
  • +1
    bülent serttaş ın yörelerarası bir sanatkar olması
    yadsınamayacak kadar net bir gerçektir. aslen elazığlı olan 57 yaşındaki neşeli, renkli sanatçımız yalnızca kendi yöresiyle sınırlı kalmayıp diğer yörelerin de tanıtımını ve duygu paylaşımını yaparak örnek bir davranış sergilemiştir. ankara'nın yakınından geçmemişken her yerin ankara olduğunu savunur tarzda konuşması (bkz: la bize her yer angara), bunu yaparken paris'e karşı takındığı protest tavır (bize her yol paris değil), memleketi olan elazığ'da muhtemelen nice yiğidin sevgilisiyle masumca aşklar yaşadığı ve batıya kafa tuttuğu gerçeğine rağmen aşkın bodrum'da yaşandığı konusunda fikrini ciddiyetle beyan etmesi, bodrum'la birbirlerine özel olduğunu düşünerek kurduğu güçlü bağ (bodrum bana ben bodrum'a özelim), sonrasında bu sefer de (bkz: akdeniz) ismiyle şarkı yapması bizlere bu konuda net ipuçları verir nitelikte.

    aslında toplumun her ferdinin ivedilikle ulaşması gereken bir millet bilinci mevcut bülent serttaş'ta. şehir milliyetçiliğinden son derece uzak ve ülkenin tüm şehirlerini samimiyetle kucaklayan bir halk kahramanıdır bülent serttaş. neyin nerede yaşanacağını bilen, sempatiyi ve hoşgörüyü ruhundan ekgib etmeyen, kalbinin 4 odacığında 81 ayrı sevgi barındıran bir gönül erbabıdır kendisi. sağ olsun, var olsun, hep bizi eğlendirsin *
    ···
  • +1
    müzik grubunun aşırı havalı ve isyankar bateristi
    hep vardır böyle biri bateri çalma rolünü üstlenen. uzun saçlarını dalga dalga savurmak suretiyle hırçın hamlelerle bagetlerini kullanır ve davula vurur. bir şeylere isyanı vardır sürekli. aynı zamanda grubun diğer üyeleriyle her ne kadar uyumlu hareket etse de davranışsal ve ruhsal açıdan onlardan soyutlanmıştır. ya hayatın boşluğunun ayrımına varıp bu farkındalığını öfkeye dönüştürüyor ve öfkesini vuruşlarına yansıtıyor, ya da özel hayatında yaşadıkları incitmiş onu ve hıncını bagetlerden alıyor. ülkenin durumuna sinirlenip böyle şeyler yaptıklarını düşünmüyorum çünkü ekonomi fazlasıyla iyiyken ve dünya sakinken de bu baterist arkadaşlar hep böyle çalıyordu şarkıları. uzun saçları ve umursamaz görünen tavırları nedeniyle havalı, ani ve sert hareketleri nedeniyle de isyankâr olarak nitelendiriyorum ben bu adamları. karizmasına odaklanırsanız zevk alırsınız ve fakat içlerindeki siniri fark ettikçe siz de gerilir ve yanınızdaki arkadaşı dürtüp ortamdan tüyme isteğiyle dolup taşarsınız.

    kalk la necati kalk! baterist jokere bağladı.

    dikkat edin, solist hep coşkuludur şarkıyı söylerken ve liderdir de aynı zamanda. grubun diğer üyelerini yönlendirir ve şarkıyı nasıl seslendireceği, nerelerde nağme yapacağı, nerede yükselip alçalacağı konusunda bilgilendirir diğer üyeleri. gitarist klagibtir, işini yapar. sınırların ötesine pek çıkmaz gitarist. garanticidir ama ortama uyumu, duygu durumu ve performansı istikrar içerir. sürpriz görmezsin. her maçı 6/10 veya 7/10 reytingle oynayan çalışkan sol bek gibidir. klarnetçi ortalığın anasını ağlatır, gizli kahramandır. klarnet konusunda değişik istek ve fantezilere gark eder insanı. şarkının duygusunu 10 kat yükseltip moda sokar adamı. olmayan aşkın acısını çekersin icra ettiği notaları duyarken. piyano ile çalınan eserlerde piyanist gitaristten de sadedir. profesyoneldir, avrupai ve klastır. bir gizli kahraman da odur. işini yaptıktan sonra sessizce kenara çekilir ve alkışlayasın gelir ayakta.

    ama dediğim gibi bu bateristler başka abi * bunlar sanki büyük bir pgibolojik patlamanın tetikleyicisidir. bir bateriste yarım saat bile maruz kalsanız o gün etrafa dalasınız gelir eften püften sebeplerden. sizi hiç rahatsız etmeyen alt kat komşusunun hareketli çocuğu o şarkıları dinledikten sonra cinnet sebebidir adeta. içinize atıp sustuklarınızı daha rahat, daha cüretkâr tavırlarla söylersiniz o bateristi gördükten sonra. gereksiz özgüven verir. o özgüven sonra iş açar başınıza. alkolden farkı yoktur, o an sadece bir şeylerin etkisindesinizdir ve normalde hiç sizlik olmayan davranışları uygularsınız bir bir. suçu bateriste atarsınız akabinde. onun o isyankâr, atarlı giderli, eyvallahı olmayan havalı hâlleri size de sirayet etti sanırsınız fakat onda durduğu gibi durmaz sizde tabii. sonra pişmanlık aşamaları ve bir daha bateri ile bestelenmiş şarkıları dinlerken kendine mukayyet olacağına dair boş sözler...

    yaramıyorsa dinleme kardeşim, aile var lan burada!
    ···
  • -1
    ibrahim tatlısesin tek tek şarkısının matematiği
    kısa bir incelemeye çok garip bir şey keşfettiğim matematik. bu gerçeğe ulaşmamda başka bir gerçek de bana destek oldu tabii. ibrahim tatlıses bu şarkıda tam 81 kere tek demiş.

    http://www.ucankus.com/detay/1452/ ...

    evet, yanlış duymadınız. (bkz: ibrahim tatlıses) arabesk formatında hazırladığı (bkz: tek tek) adlı şarkısında sürekli tek tek ikilemesini kullanınca durum herkesin dikkatini çekmiştir ve araştırma yapılmıştır konuyla ilgili. ve görülmüştür ki ibrahim tatlıses tam 81 kere tek sözcüğünü çıkarmıştır ağzından. peki bunu matematiğe dökersek neyi ifade eder?

    bilirsiniz, matematikte sayı kümelerinin iç içe geçmiş hâlleri vardır. reel, irreel, rasyonel, irrasyonel, negatif, pozitif, nötr, tam, ondalıklı sayılar gibi birçok küme barınır matematikte. ve tam sayılar tek-çift şeklinde ikiye ayrılır. ikiye bölününce kalan sıfırsa sayımız çift, aksi hâlde tektir. ve tek sayılar kendi aralarında (2x+1) kere toplama, çıkarma ve çarpma işlemlerine sokulduğunda sonuç hep tek çıkacaktır. bölme işleminde de bazı durumlarda tek sayı elde edilebilecekken -ki bu olasılık bir hayli düşük- çoğu durumda da sonuç tam sayı olmaktan çıkıp sıfıra yakınsayan bir ondalıklı sayıya dönüşecektir.

    ibrahim tatlıses'in bu şarkısında da olay bundan ibarettir. eğer şarkıda tek sözcüğü 2 ve katları (2x) kere geçseydi bu tek sayılar işleme sokulunca sonuç çift veya tek çıkabilir, biraz daha çeşitlenebilirdi. ancak (2x+1) kere tek sayılar işleme sokulunca sonuç bölme hariç hep tektir. yani...

    t: tek sayı
    o: ondalıklı sayı

    (işlem toplamaysa:
    t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t+t = t)

    (işlem çıkarmaysa:
    t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t-t = t)

    (işlem çarpmaysa:
    t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t*t = t)

    (işlem bölmeyse:
    t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t/t = t veya o)

    bu işlemler bütününden de kavranabileceği üzere ibrahim tatlıses (bkz: tek tek) adlı şarkısında matematiğe katkı amaçlı deneysel bir çalışma yapmış ve tek sayıları 81 kere birbiriyle işleme sokmuş, sonucu da bize bırakmıştır. biz de onun bu emeğini görmezden gelmeyerek sonucun bize neyi verebileceği konusunda bu çalışmayı gerçeğe döktük. şarkı bize ibrahim tatlıses'in matematiği nasıl sevip benimsediğini, matematikte engin bilgi sahibi olduğunu ve bu bilgisini şarkılara dökecek denli maharetli olduğunu gösterdi. teşekkürler ibrahim tatlıses...
    ···
  • 0
    erkek bülent ersoy u görmeyen yüzde 59 72 lik grup
    https://www.nufusu.com/turkiye-nufusu-yas-gruplari

    yukarıdaki sitede yaptığım bazı araştırmalardan ve bülent ersoy'un cinsiyet değiştirme tarihinden hareketle vardığım gerçek. bülent ersoy'un erkekken kadın olmaya karar verdiği ve kararını uygulamaya koyduğu tarih 14 nisan 1981 olarak görünüyor. yani günümüzle arada 42 yıl var. buna göre 42 yaşındaki biri bülent ersoy'u erkekken görmüş olamaz kronolojik olarak. peki ülkede 0-42 yaş aralığında yaklaşık ne kadar kişi var diye bir araştırırsak bülent ersoy'un erkekliğine şahit olmamış en az sayıda kişiyi veren sonucu bulmuş oluruz.

    neden en az diyorum? çünkü sonuçta 1981'de 5-6 yaşlarında olan biri de hayata yeni başladığı için algıları açık değildir ve gördüğü kişinin bülent ersoy olduğunu anlayamaz. onları da eklersek yüzdelik dilim 65-70 arasına çıkar. ayrıca bu iş suriyeli ve afganların da topluma karışmasıyla iyice alengirli hâle geldi. sonuçta farklı toplumlardaki insanlar yaşları büyük bile olsa bülent ersoy'u kadın hâliyle görmüştür. bülent ersoy'u erkekken gören afgan var mıdır? varsa da hatırlıyor mudur? bunlar hep soru işareti.

    konuyu bir kez daha yukarıdaki nufusu.com adlı siteye çevirirsek bu sitede 2022 yılına ait verilere göre ülke nüfusu çeşitli yaş gruplarına ayrılmış ve bu yaş gruplarının farazi olarak ülkenin yüzde kaçlık kesimini oluşturduğu yazılmış. tek tek gidecek olursak daha net görülür tablo.

    0-4 yaş arası grubun ülkenin nüfusuna oranı % 6,64'tür.
    5-9 yaş arası kitlenin nüfusa oranı % 7,78 şeklindedir.
    10-14 yaş arasındaki kişilerin oranı % 7,55'tir.
    15-19 yaş aralığındaki kişilerin oranı % 7,41'dir.
    20-24 yaş aralığındaki kişilerin oranı % 7,78'dir.
    25-29 yaş aralığındaki kişilerin oranı % 7,68'dir.
    30-34 yaş aralığındaki kişilerin oranı % 7,41'dir.
    35-39 yaş aralığındaki kişilerin oranı % 7,47'dir.

    % (6,64 + 7,78 + 7,55 + 7,41 + 7,78 + 7,68 + 7,41 + 7,47) = % 59,72

    hesaplamaya göre 42 yaşına kadar değil de 39 yaşına kadar olan kişileri baz alırsak oran % 59,72 oluyor. 40-44 yaş aralığındakilerin yüzdesinin 7,75 olduğu görülüyor. şu an 45 yaşında olanların o zaman 3 yaşında olduğunu düşünürsek hesaba bu kitle de dahil oluyor. yani yeni yüzdemiz 67,47 oluyor. suriyeli ve afganları, o zaman yaşayıp bugüne gelemeyip talihsizce vefat etmiş olanları veya yaşlı olmasına rağmen hiç televizyon izlememiş olanları hesaba katınca yüzde 75-80 civarına bile çıkabiliyor oran.

    düşününce gerçekten çıldırtan, hayret ettiren bir nispet bu. düşünün, nice olayları görmüş büyük bir kitlenin içindeyiz. dexer öncesini, eski türkiye'yi, ülke olmadan önce ülke olmak için savaşan bağımsız milletleri, darbeleri, depremleri, savaşları, yer yer komediyi, yer yer hüznün en dibini... her şeyi yaşayıp görmüş ve tekâmüle ermiş koca bir kitle var içimizde barınan. ayaklı kütüphane denebilecek tecrübe yığınları bunlar. fakat... fakat çoğu bülent ersoy'un nasıl erkeklikten kızlığa geçtiğini muhtemelen görmedi. o kadar eski bir olay, düşünün. ama bir daha düşünün, bu eski olay bile bülent ersoy'a dün gibi geliyordur. zaman ne denli çabuk gelip geçiyor bir farkına varalım. varalım ve bu hayatı daha bir dolu yaşayalım. bülent ersoy'dan konunun nasıl buralara geldiğini de sorgulamayalım * konu bu, gelir geçer. konu bu, konar göçer *
    ···
  • +1 -1
    afyon dinlenme tesisleri ni müze niyetine gezmek
    yolculuklarda farklı şehirlere giderken afyon dinlenme tesisleri'ne uğrarken yapılabilecek ikinci etkinlik. ilki tahmin edebileceğiniz üzere lavaboya girmektir. lavaboya girip işinizi halledersiniz ve sonra otobüsün kalkış zamanı da gelmemişken bu turistik ve mistik müzeyi gezmeye başlarsınız. gezmekten başka çareniz yoktur zira hem dinlenme tesisi olduğu için hem de ekonomik koşulların zorluğundan mütevellit ürünler çok pahalıdır. öyle ki bakılabilecek binlerce ürün varken alınabilecek ürünler cips, çikolata, sakız gibilerden öteye gidememektedir. varlık içinde çekilen yokluğun bir nişânesidir afyon dinlenme tesisleri. siz de bunu çaresizce kabullenerek geziye başlarsınız.

    geleneksel ürünler dikkatinizi çeker ve afyon'un yemek kültürüne hayranlık duyarsınız. özellikle lokum, şekerleme, kaymak ve kaymak ürünleri, ekmek kadayıfı, sucuk, helva, pişmaniye gibi yiyecek maddelerine baktıkça alasınız gelir. sonra fiyatına baktıkça da sağa sola dalasınız gelir. devam edersiniz dolaşmaya ve keşfetmeye. basit bir çakıl taşı çikolata, bonibon ya da çikolata kaplı ürünün bile nasıl şatafatlı şekilde sunulduğunu, değerlileştirilip fiyatının da doğru orantılı arttığını görüp hayretlere düşersiniz. algı yönetiminin önemini yine hatırlarsınız. sadelikle değil, gururla ve gösterişle sunulan bu ürünler adeta güzel ve ulaşılmaz olduğunun farkında olup bunu kendi lehine kullanan türk kızları gibidir. ulaşamazsınız ve mundar dersiniz. yüreğinizi de mundar edersiniz.

    yaşadıklarınızdan hareketle içinizi bir amaçsızlık duygusu da kaplar. evet, otobüste uzun süre oturmak sonucu girdiğiniz halsizliği yürüyerek gidermişsinizdir. aynı zamanda lavabo ihtiyacınızı da sorunsuzca halletmişsinizdir. fakat baktığınız ürünler alınmak içindir ve siz hiçbirini alamamışsınızdır. öyle gezip durmuş, afyon kültürüne dair bilgi dağarcığınızı genişletmişsinizdir yalnızca. hani bazen sıcaktan bunalıp markete gider, bir serinleyip çıkarsınız ya klimanın etkisiyle; afyon dinlenme tesisleri'nde buna gerek de yok çünkü afyon'un zaten bütüncül bir soğukluğu vardır. şehre varınca hava da serinler zaten. yani boşunadır oraları gezip görmeniz. ali koç falan değilseniz, vergi rekortmenliği konusunda rakiplerinizle amansız bir yarış vermiyorsanız o ürünler sizi ukalaca karşılar ve fakirliğinizi yüzünüze vurmaktan geri kalmaz.

    siz iyisi mi gidin ucuz bir markete, işinizi görün. unutmayın ki afyon dinlenme tesisleri tek çare değildir. çare sizsiniz, siz!
    ···
  • 0
    dinleyecek şarkılar keşfetmek için berbere gitmek
    son birkaç yıldır yaptığım ufuk açıcı ve ilham verici eylem. bilirsiniz, insanlar genelde saç ve sakallarının uzunluğundan rahatsız olacak seviyeye gelir ve hem daha uygun bir görünüm elde etmek hem de rahatlamak için berbere gider. ben de öyle yapıyorum, fakat son zamanlarda benim berbere gitmemi sağlayacak ikinci bir amacım daha oluştu. resmen bir zorunluluktan çıkıp zevk meselesi hâline geldi berbere gitmek. ikinci amacım da başlıkta aktarıldığı üzere yeni şarkılar bulmak. evet, sıkı bir şarkı dinleyicisiyim ve sürekli bilinmedik şarkılar bulup sindirmeye çalışırım. keşfettiğim şarkıcıların da her şarkısını merak edip açarım. bunu genelde televizyondaki müzik kanallarında ve youtube'da yaparken artık bunun için yeni bir yöntem daha var, tıraş olmak.

    ne zaman tıraş olmak amaçlı berbere gitsem kapıdan içeri girer girmez (bkz: joytürk fm), (bkz: dream türk fm), (bkz: kral tv), (bkz: nr1) gibi radyo kanallarında binbir çeşit şarkıcının seslendirdiği binbir çeşit pop şarkısı yer alıyor. hep de daha öncesinde denk gelmediğim güzel şarkılar çalınıyor o radyo frekanslarında. radyoları takip etsem belki bu kadar şaşmayacağım bu şarkılara fakat böyle bir alışkanlığım yok ne yazık ki. berberin direktiflerine uyup saçımı kestirirken aynı anda o çalan şarkılara da dikkat kesilip sözlerini ezberlemeye ve eve gidince şarkıyı bulmaya çalışıyorum. bu hem zevk veriyor hem de aynı anda birden çok işe kanalize olduğum için beyni geliştiriyor.

    mesela dün berberde (bkz: tuğkan) adında bir şarkıcının (bkz: özledim) adında bir şarkısını keşfettim. bir parça melankolik bir müziğe sahip, akılda kalıcı nakaratı ve genel olarak başarılı sözleriyle dikkat çekiyor. müzik altyapısı da gitar, piyano ve bateriyle icra edilmiş ve yormayan bir yapıda. sanatçının hem peste hem tize çıkarken yumuşak, sakin bir sesi var. şimdi ben berbere gitmesem nereden bulayım da açayım (bkz: tuğkan) isimli bir şarkıcının (bkz: özledim) isimli eserini? doğruya doğru. keşfedilmemiş milyonlarca hazine var müzik toprağının altında.

    berberde tanıştığım bir diğer şarkı da (bkz: mor ve ötesi) grubunun (bkz: oyunbozan) isimli parçasıydı. iki yıl öncesinde tanışıp sonra aklımdan silinen fakat şimdi hafızamı zorlayıp yine hatırladığım bu şarkı da akıcı temposu, derin sözleri ve (bkz: harun tekin)'in harika sesiyle keyifle dinlenesi bir şarkı. özellikle nakaratın son mısrasındaki ölüm kadar rahatmış ayrılık. sözü beni çok etkiledi. ayrılığın ve hayattaki birçok hüsranın aslında bizi nasıl ağır yüklerden kurtardığını ve özümüze döndürdüğünü anlattı bu söz bana. bu vakitten sonra da keyifle dinleyesim var bu şarkıyı uzunca bir süre.

    anlayacağınız; artık nostalji hevesimin baş göstermesinden mi, yeni şarkılar keşfetmenin hazzından mı yoksa saç ve sakallarım kesilirken ikinci bir uğraş edinme arzumdan mı bilmem ama bir şarkı dinleme yeri olup çıktı gittiğim berber benim için. ustanın, çırakların, orayı uğrak yeri edinen arkadaşların ve anlık müşterilerin kendi aralarında keyifli sohbetler çevirdiği, aynı zamanda arka planda da pop ağırlıklı müzikler çalan tam bir kültür-sanat merkezidir aslında bütün berberler. sinema, tiyatro, bale veya opera gibi kültürel etkinliklere paranız yetmiyorsa berbere gitmenizi öneririm. hem samimi bir ortam olur, güzel vakit geçer *
    ···
  • +1
    az seyircili ptt 1 lig gündüz maçlarının spikeri
    vardır böyle spikerler. trt spor'da veya bein sports'ta diğer programlardan artakalan zamanlarda ptt 1.lig maçları yayınlanır. bu maçların bazıları akşam olur ve seyircili, köklü takımlar oynar. spiker de bir ölçüde iyiyse değme o maçların keyfine, süper lig'deki maçların %85,73'ünden daha iyi olur emin olun. fakat öyledir ki bazı maçlar, öldürür resmen spora olan şefkatinizi. güneş giren stada futbol girmez, taraftar girmez; güneş giren stada iyi spiker girmez; gireni de eritip asimile eder sanki o gündüz maçlarının kalitesizliği. klagib olacak belki ama uyku sorununuz varsa sorunu hemen pgibolojik nedenler ve ortam şartlarının elverişsizliğinde değil de bu tür maçları izlememekte arayın. belki de bir ptt 1.lig maçı izleseniz gündüz vakti, uyursunuz sereserpe.

    biz spikere dönelim. abi bu kadar düz bir ses, böyle heyecansız bir anlatım olabilir mi? adamın ne sorunu olduğunu da bilemiyorsun o anda. çünkü maça odaklanmışsın ve dış etkenlerden sıyrılmışsın. evet türk ekonomisinden bile. sadece maça odaklanmış durumdayken spikerin de üst seviyede olmasını bekliyor insan. tabii deneyimi, bilgileri ve oyuncu telaffuzları belli bir seviye içeriyor ama dediğim gibi heyecanı önceden varsa bile o gündüz maçlarında yok oluyor resmen. maç esnasında penaltı olduğunu bile televizyon ekranına bakarken hakemin işaretine denk gelince anlar mı yahu insan? penaltıda bile mi yükselmez o ses? golde bile mi o derviş el etek çekmişliği sarar sesini ve ruhunu? iddia mı oynadın diyeceğim de iki takım da gol atınca aynı tepkisizliği veriyor. 0-0 bitsin diye mi iddia oynadın be adam?

    be adam, hep mi gol izliyorsun hayatında? gol atmayı nefes alıp vermek gibi her an olan istemdışı bir etkinlik mi sanıyorsun? her şey mi normal senin için yahu? insan hiçbir olaya şaşırıp ses yükseltmez mi? hep o emekliliğinde yazlıkta takılan babacan ve sessiz sakin kişiyi andıran tepkiler maç anlatırken... ben 3 kere maça gittim, biri 0-0, ikisi de 1-1 bitti. gol duasına çıkacağım artık maçlarda, bir hareketimsi görünce deliriyorum. gole bu kadar mı alışıksın ey spiker, nedir bu durgunluğun özü?

    geçen afyonspor-karabükspor maçının özeti düştü önüme. aslında 5 yıl öncesinin ptt 1.lig maçı. yine gündüz maçı, yine az taraftar ve yine o tepkisiz ve düz sesli spikerimiz... hayır maç da güzel geçmiş, afyonspor 5-0 kazanmış. özeti izliyorum, afyonspor sağlı sollu geliyor. direkten dönen 3 top falan var, kalecinin tuttukları var, dışarı giden top var, zaten 5 tane de gol var. olm penaltı var lan * afyonspor penaltı kullandı, yine o -5 desibelli moralsiz ses. gollerde yine öyle, kaçan pozisyonlarda yine öyle. sen ne yapıyorsun baba? afyonspor-karabükspor maçı mı anlatıyorsun yoksa afyon'a sürgüne mi gittin? kız meselesi mi diyeceğim, e hep böyle anlatıyor. sürekli aşk acısı yaşayacak hâli yok, profil olarak da zaten işinde gücünde birine benziyor. büyük bir sır bu spikerin alçak sesi ve coşkusuzluğu.

    mesela bu adamı işe alırken nasıl aldılar? hangi kriterler baz alındı? diyelim ki telaffuz, oyuncu bilgisi, futbol tarihi bilgisi ve diğer branşlar iyi. yahu bari anlatım biçiminden eleyin adamı * ya da başka branşları anlatsın. çok mistik bir abi bu, kızamıyorsun da çünkü o alçak ve düz seste biraz samimiyet de var. ama futbol gibi eğlenceli bir unsurdan bu denli sıkılmak ve bu duyguyu sesine yansıtmak da nedir ey insan! garip... garip olduğu kadar da kaçılası. tek dileğimiz, böyle maçlar ve anlatımlar artık azalıp daha coşkulu anlatımlara bıraksın yerini. hayır tenezzül edip ptt 1. lig maçı izliyor insanlar. onlara saygı olsun biraz. lütfen...
    ···
  • +1 -1
    inci sözlükteki akıl almaz anlam belirsizliği
    beyler cidden büyük bir anlam belirsizliği var bu sözlüğün adında. acaba sözlüğün adını koyarken hiç mi düşünmemişler? tamam, inci sözlük. ama kaç inci? birinci mi, ikinci mi, sekizinci mi, kırk yedinci mi, bininci mi... hiç bundan bahsetmemişler. sıralaması belli değil sözlüğün. bunu gören kişilerin de kafasında soru işaretleri belirir ve sözlüğe dair olumsuz yargılar geliştirebilirler. bunu önlemek amacıyla sözlüğün kaç inci olduğu yazılmalı bence. mesela sıralaması 72 ise direkt yazın; yetmiş ikinci sözlük. naçizane önerimdir. iyi öğlenler efendim.
    ···
  • +1
    basit eşitsizlikler çözmek ve adaletsizlik isyanı
    ne zaman kitabın başına oturup matematik dersinin basit eşitsizlikler konusunu açsam ve birkaç soru çözmeye başlasam karşıma çıkan vahim ve kudümsüz gerçek. bilmeyenimiz yoktur; ülkede ve dünyada her açıdan birtakım eşitsizlikler, birtakım adaletsizlikler vardır. bu bazı ülkelerde çok, bazılarında da azdır. yani eşitsizliğin kendisi bile farklı coğrafyalar içinde eşit dağılmamıştır. bu da binleri, milyonları, milyarları üzüp dertten derde sürüklemektedir. hayır hayır, matematik konusu olan eşitsizlikler değil derdim. o konuda yeteri kadar soru çözüp gerisini boş verdim. evet; x, y, z'ler ve bize verilen sayılar kendi aralarında eşit veya eşitsiz. evet, bunların bu eşitsizliği diğer hayat gailelerine göre çok basit kalıyor. peki, peki hayatın diğer eşitsizlikleri niye basit değil ha?

    mesela neden kimimiz bir damla suya muhtaçken kimimiz bolluk içinde yüzer? kimimiz çalışıp çalışıp bir yere gelemezken çalışmadan patronluk taslayanlar neden böylesine mutlu ve şanslı? peki ya kız tavlayabilenler? ulan bazısının hiçbir şey yapmasına gerek kalmazken salt varlığıyla sevgili edinebiliyor fakat kimi de kızlar için görünmez sanki. hayalet casper misali. komedi dizi ve programları neden dünyadaki bütün ülkelerde eşit dağılmıyor? avrupa ülkelerinde çok çeşitli ve sayıca fazla komedi yapımı bulunurken bizde neden gerilim, üzüntü, acı veren dizilerden geçilmiyor? ülke içinde batıya giden hizmet ve yatırımlar ve doğuya giden hizmet ve yatırımlar arasında neden bu denli kırılamaz bir eşitsizlik var? ağaç ve ormanlar karadeniz'in, ege'nin büyük kısmını kaplarken iç anadolu ve güneydoğu anadolu gibi bölgelerin kurak kalmasına ne demeli? hükümete yakın insan, kurum ve kuruluşların ceza alması gereken durumlarda ceza almayıp da masumların cezaya boğulması cabası.

    işte bu ve buna benzer soruları, sorunları, eşitsizlikleri düşünür düşünür dururum. basit eşitsizlikler çözmeye dermanım kalmaz, gönlüm kaynağından akar gider, kapatırım kitabın kapağını hızla ve öfkeyle. sayfadaki "basit eşitsizlikler" ibaresini de her gördüğümde cinlerim tepeme çıkar. anla artık bayım, hiçbir eşitsizlik basit masit değil! bütün eşitsizlikler derhâl çözülmesi gereken toplum ve gezegen sorunlarıdır. "(x+2).(x-5)
    ···
  • -1
    komedi yapımı başrollerindeki karadenizli siniri
    vardır böyle bir şey. bütün komedi dizi ve filmlerine bakın. yabancılardan bahsetmiyorum, türk yapımlarına bakın. başrolde ve yardımcı rollerde oynayan oyuncuları kıyasladığınız zaman yardımcı rollerin daha sakin ama net tavırlı, yatıştırıcı ve zeki insanlar olması göze çarpar. komediyi iyi oynarlar ve başrol oynamanın getirdiği yükten uzak olma sebebiyle rahat rahat oynarlar. fakat başroldekiler öyle midir? başrol oynayan bir komedi oyuncusu eğlenceli olmaktan çok gergindir. siniri çevresine homojen olarak dağılır, bizlere de yansır. hep bir hareket hâlinde görürüz başrolü. sürekli bir liderlik isteği, topluluğuna yön verme, aynı zamanda da doğrucu davutluk vardır hamurlarında.

    herkes sana ve yaptıklarına katlanıyor ama ben dürüstüm, senin gerçek yüzünü herkese gösteriyorum it! tavrı vardır komedinin başrolünde. ona göre herkes aslında sahtedir, yanlıştır, ahlâki açıdan sorun yaşayanı da vardır, beceriksizi de. davasını ciddiye almayan dünyadan bihaber adam da vardır onun hayatında, kötücül gücün dinmez şiddetini taşıyan da. o bunları hep fark edip hiçbir zaman bitiremeyeceği bir savaşa girer ve kendini yıpratır. bu savaşta dostlarını ayrı, düşmanlarını ayrı kırıp döker. alınganlaşır, hassaslaşır. en ufak lafa çakar çakmaz çakan çakmak misali parlar. adeta karadenizli siniri vardır böyle sorumluluk sahibi olmak zorunda hisseden don kişotlarda.

    mesela (bkz: arif v 216) filminde (bkz: ozan güven) kötü insanlar tarafından yönetilmeye ve yontulmaya çalışılan bir robotu canlandırırken (bkz: cem yılmaz) da o robotun iyiliğini düşünen ve o robotun insanken eski dostu olduğunu bilen, bunun için kötülerle amansız bir mücadele başlatan bir adamı oynadı. filmi izlerken cem yılmaz'ı hep sinirli, burnundan soluyan, sürekli isyan edip kızan biri olarak görüyoruz. görüyoruz ve geriliyoruz.

    aynı şekilde (bkz: feyyaz yiğit) de (bkz: gibi) dizisinde bazen içinden çıkılamaz problemlerin derininde bulurken kendini, sinir küpüne dönüşüyor ve öfke saçıyor etrafına. dizideki diğer karakterleri bir türlü istediği bakış açısında ve seviyede göremeyen yılmaz hep bıkkın, yılgın, kızgın bir profil çiziyor bizlere. sessiz sakin, uyumlu bir karakter olsa belki rolünü o kadar samimi icra edemeyecekken içindeki agresyon onu gerçekçiliğe itiyor.

    evet, belki de bu kızgın tavırlardır bu komedyenleri merakla izleyişimizdeki öz. gereksiz gördüğümüz zaman ve mekan fark etmeyen öfkeleridir onları ilerlerken destekleyen. kim bilir, izleyici kitlesi olarak o kadar da suskun, pozitif komedi karakterleri izlemek istemiyoruzdur belki. öfke doğru kullanılıp amaca zütürüyordur. sakinlikle birleşip bir ahengin parçası oluveriyordur. kim bilir...
    ···
  • 0
    kaldırımda taşa basma örüntüsü bozulunca kızmak
    neredeyse doğduğumdan beri yaşadığım kızdırıcı ve şevk kıran talihsizliktir. çoğumuz haberdardır ki kaldırımda yürürken rastgele yürünmez, belli bir örüntüyle basılır o taşlara. o örüntü herkesin alışkanlıklarına, kararlarına ve isteklerine göre değişir. kimimiz üçer üçer aralıklarla basar taşlara, kimimiz beyaz taşlar arasındaki daha büyük ve kırmızı taşları çiğner ayaklarıyla. bazılarımız da kare şeklinde döşenmiş taşlara çapraz basar. böyledir, değişiktir, çeşit çeşittir kaldırım taşlarına basma yolları. insandan izler taşır, insanın yükünü üstlenir kaldırımlar tüm cansızlığıyla. işte bu kaldırım taşlarına basma örüntüsü her zaman başarılı olmaz maalesef. kimi zaman, sakarlar içinse çoğu zaman başarısızlığa uğrar bu kaldırım taşı ritimleri. tam da bu sebepten sinir basar insanı, dellenir durur da anlatamaz derdini, gerekirse taştan çıkarır hıncını.

    mükemmeliyetçidir insan. portakal soyarken de, deney yaparken de. matematik problemi çözme esnasında da, çekirdeğin içiyle kabuğunu farklı yerlere koyarken de. ama en çok kaldırım taşlarına basarkendir bu mükemmeliyetçi, hatalara tahammülsüz tavrı. tek bir hata mı yaptı taşlara basma örüntüsünün kurulma anında, tam bir kırılma anı yaşar ve öfkelenir. "nasıl yanlış basarım, kırmızı taş yerine beyaza bastım!" diye dövünür durur. çevresindeki insanlar da onun bu ciddi acısını değil, deliliğini görür ve kınamakla üzülmek karışımı duygular sergiler. öfkeli adam çevresindeki insanların bu sahteliğini ciddiyetle sorgular. sanki onlar hiç mi küçük şeylere sinirlenip öfke nöbetleri arasında demlenmemiştir? bir bu kaldırım taşlarına yanlış basan adam mıdır küçük şeylere kafayı bu denli takan? anlamaz. fakat bu kısa sorgulama onun faydasınadır çünkü kızgınlığını unutturmuştur bir anlığına.

    kaldırım taşlarına basma örüntüsü bozulan adam birkaç saniye derin derin nefes alıp sakinleşir ve hem hatasını, hem çevresinin işgüzar ve sahte tepkisini unutarak yoluna devam eder. kaldırım taşlarına yine aynı ritimde basmayı unutmaz ama. o hep aklındadır. faturaları yatırmaya giderken de, metroya hızlıca yetişmeye çalışırken de. yolda öyle serkeş serkeş dolaşırken de, çok sevdiği bir arkadaşıyla buluşma telaşı ve heyecanı içindeyken de. hep kırmızı taşlara basmak, bunu yapabilirse kendini mutlu hissetmek, yapamazsa biraz önce yaşadığı üzüntü içine saklanmış öfke krizlerini soluk borusuna çekmek ve akabinde her şeyi unutup yeni bir sayfa açmaktır onun asli görevi. hayatta kendini gerçekleştirebilme fikrine bir an bile inandıysa, işte bunun en büyük fırsatı o taşlara düzgün basmaktır. buna yüklediği anlam böylesine büyük olduğu içindir yapamayınca aşırı sinirlenmesi. biz anlayamayız ki.

    sadece şunu biliriz, yaşadığımız duygularda neye anlam yüklediğimiz çok önemlidir. yani bir bulmacaya anlam yüklersek hayattaki her olgu bir kenara çekilir ve bulmacayı hatasız çözme telaşı başlar. anlamı koşuya yüklersek hızlı ve yorulmadan koşabilmek için canımızı bile veresimiz gelir. işte, işte o anlam herhangi bir semtin herhangi bir caddesinin bilinmedik bir sokağının lâletayin bir kaldırımındaki bütün taşların dizilimini ezberlemek ve istediği koordinatlardaki taşlar haricinde hiçbir taşa basmamaya gayret etmekse yapacak bir şey yoktur dostlar. o taşa hatasız basmak icap etmektedir ve yapılacak her hata sinir katsayımızı misliyle artırır. yani haklıdır bu yolda sinirlenen insan. fakat üzülmesin, galiptir bu yolda mağlup. bugün taşlara basarken hata yaparsın, yarın yapmazsın. üzülme ey insan, hatırla ki insansın. iyi akşamlar kaldırım taşlarına hatasız basanlar, basarken maalesef çok hata yapanlar, bunu hiç dert etmeyenler ve böyle bir davranış çeşidinin farkında bile olmayanlar *
    ···
  • +2
    edip akbayram ın küfredecek gibi şarkı söylemesi
    Beyler cidden var böyle bir şey. Özellikle (bkz: hasretinle yandı gönlüm) şarkısında sanki küfredecekmiş de son anda toparlamış gibi söylüyor sözleri bütün şarkı boyunca. Siz de dikkatlice dinleyin görürsünüz *

    edip akbayram: hasss... retinle yandı gönlüm, yandı yandı söndü gönlüm

    b kişisi: edip abi ayıp oluyor yakışıyor mu senin gibi asil adama?

    edip akbayram: gözlerimde kanlı yaşlarrr!! hasss... retin bağrımda kışşlarrr!

    b kişisi: bak hala... abi aile var çoluk çocuk var *

    edip akbayram: haaramızzdaaağ karlı dağlarrr, hassss... retin bağrıımı bağlarrr, çaresizlik yolu bağlar, yokluğundan öldü gönlümmm

    b kişisi: kız meselesi mi abi? insan her ne kadar unutmak istese de hatırlayınca böyle oluyor tabii. ama insan içinde tut dilini. çayını iç soğumasın.
    ···
  • +2
    siyaset programlarının reytinginde babaların payı
    benim nazarımda ciddi merak konusu. az çok bilirsiniz, bu siyaset ve tartışma programlarını evde en çok babalar izler. anneler gün içinde evlilik ve yemek programlarını izlerken akşam gelip çatınca dizi izlemeye koyulurlar. erkek çocuklar maç izleyip coşkunluğuna coşkunluk katarken kız çocuklar muhtemelen çizgi film türü şeyler izliyordur. içlerinde bana en ilginç geleni kesinlikle siyaset programları. abi hararetli hararetli tartışmalar, akıl yürütmeye dayalı beyin fırtınaları, çok bilinmeyenli siyaset denklemleri, sol ve sağ arasında vardiyalı gidip gelen ne idüğü belirsiz partiler, yeni yeni karakterler... sürekli (haklı olarak) şikâyet edilen konular ve bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen ülke sorunları... insanın izlerken yirminci dakikadan sonra içi bayılır da kapatır kanalı, açar şöyle almanya ligi orta sıra takımlarının maçını izler. ya da ne bileyim, kanal d'deki taksi temalı gece filmlerini izler de ortamdaki komediye güler.

    ben olsam böyle yapardım yani, 7/24 siyaset izlemek olur şey değil hocam. varılan bir yer yok bir kere. yürüyüş bandında delicesine koşuyormuşsun gibi düşün. koştuktan sonra izmir'den afyon'a gidebiliyor musun? gidemiyorsun. sadece kilo verip yorulup pestil oluyorsun. işte siyaset konuşmak da aynı. kelli felli adamlar aynı ortamda bulunup kafa patlatır da patlatır, patlatır da patlatır. sen de bunu koltuğunda bazen çay, bazen de bira-fıstık eşliğinde sabahtan geceye kadar izlersin. bir defa sade vatandaşsın sen. olayların içine dahil değilsin. haricisin sen. onlarca, yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca hariciden biri... e ne izliyorsun be adam, değiyor mu kendini harap ettiğine? ya bir insanın gece herkes yattıktan sonra onca şey arasında merak ettiği şey kemal kılıçdaroğlu'nun israil-filistin savaşında ne tutum takınacağı olabilir mi? ben olsam derim ki bana ne lan gecesinin ikisinde? ne yaparlarsa yapsınlar. ne bileyim film izlerim, maç tekrarı izlerim, telefona dalarım. hiçbir şey yoksa uyurum ama siyaset programlarına bakmak aklımın ucundan geçmez. garip...

    bu programların şu anki reytingleriyle babalar izlemezken alacağı reyting arasındaki farkı çok merak ediyorum. ben baba olmanın genetiğine direkt kodlanmış bir siyaset programı izleme güdüsü olduğundan şüpheleniyorum. yoksa şöyle boylu boyunca düşününce bir insanın hür iradesiyle (bkz: teke tek), (bkz: gündem özel) gibi programları ve (bkz: can ataklı), (bkz: irfan değirmenci), (bkz: nevşin mengü) gibi kişileri izlemesi pek mümkün görünmüyor. ancak karakterine kodlanacak ki izleyebilesin.

    buradan bütün babalara ve kendini baba hissedenlere sesleniyorum. etmeyin kendinize bu eziyeti, yapmayın * sizi dinleyecek olsalardı çoktan yapmışlardı bunu. kendinize daha eğlenceli, daha keyifli etkinlikler bulun ve o yolda ilerleyin. göreceksiniz ki siyaset çukurundan yukarı tırmandıkça kendinizi bulacaksınız. bırakın reytingleri düşsün, bırakın yok olsunlar! olan size olmasın sevgili babalar, olan size olmasın. tespiti de bitirdiğimize göre bize müsaade, ortalık kalsın sade *
    ···
  • +1
    ya amk cocugu ne güzel şarki yapmissin
    belki şarkı daha çok dikkat çeksin diye böyle kurnazca bir yöntem denemişlerdir * şarkıya sana ezelden geldim ya da hasretin ağır gibi bir isim koysalar ortalama miktarda kişi dinleyecekken lan koyunca herkes bir merak edip dinler nasıl bir şarkı diye. ama olmasaymış da olurmuş.
    ···
  • +3
    oturulacak yere kendi karar veren baskın lokantacı
    bazı günler evde yemek yememeyi tercih edip başka mekanlara giden kişilerin tanıyabileceği esrarengiz kişi. genellikle kebap, lahmacun, mantı ve benzeri yöresel yemekler yapılan restoranların girişinde doğu kökenli, hoşsohbet, güler yüzlü bir abimiz bizleri karşılar ve yer tavsiyesinde bulunur. aslında yer tavsiye etmek çok da anormal sayılmaz fakat müşteriler bir yer seçer ve baskın, biraz da tatlı sert tavırlı lokantacımız kendi tavsiye ettiği yerin daha iyi olduğu inancıyla o yere yönlendirir müşterileri. müşterilerin dikbaşlılığına göre 2-3 dakikaya varan bir tartışma yaşanır ve istisna kabul etmeyecek şekilde lokantacı kazanır bu lüzumsuz ama bir o kadar da sempatik tartışmayı.

    lokantacının bu tartışmadan galip ayrılması bir yandan müşteriyi şaşırtır ve hayretlere gark ederken bir yandan da lokantanın ikna ediciliği konusunda geleceğe dair güven verir ve bu kadar kendinden emin, olaya hâkim bir müessesenin kötü yemekler çıkarmayacağını düşündürerek rahat zaman geçirme imkânı sağlar oraya giden yeni keşif avcılarına. tabii bu garip olayın tanığı olan kişilere de sorgulatır lokantacıların nice emlakçıdan, girişimciden ve saadet zinciri üyesinden bile çok daha ikna edici olmasında yatan temelleri. bu adamlar zamanında bazı konularda çok mu ikna olmuşlar acep? ikna ola ola önce daha iyi ikna olup sonra ikna etmeyi mi öğrenmişler? peki bu ikna edicilik neden kimseyi rahatsız etmiyor da aksine komik geliyor herkese? böyle çok soru var cevap bekleyen.

    yemek bitip tatlılar gelir, tatlı bitip çay gelir, çay da bitince müşteriler mekandan kalkıp evlerine gider ve huzurlu, renkli bir deneyim yaşamış olurlar. hele bütün yemekleri de beğendilerse bu mekâna tekrar gelmek için gün sayarlar ve bir dahaki gelişlerinde bu sefer kendileri yer sorar o baskın tavırlı lokantacıya. abi biz geldik nereye oturalım? sorusunu yöneltirler ve lokantacı da kendi kafasındaki ferah yeri yine müşterilere gösterip oraya yönlendirir. artık müşteri bu ültimatomu sorgusuz sualsiz kabullenir ve doğu kökenli sert ama iyi huylu lokantacıyı kendinden üstün kılar. savaşmadan açmıştır beyaz bayrağı. iş tedirgin bir havadan çıkıp huzura ve sükunete dönmüştür iyice, bu da mutlu son demektir.

    bitirmeden önce şunu söyleyeyim, herkesin bu deneyimi tatması lazım hayatta. çocukluktan beri istediği her şeyi veya pek çoğunu elde etmeyi başarmış ruhlar yerel lezzetleri tatmaya karar verince gittikleri yerde lokantacının gazabına uğrayacaklar ve o kaybetme ânı onları dizginleyip daha sakin bir hayat sürmeye zorlayacak. ''ben ki allah'ın lokantasında istediğim yere oturamamış, lokantacı tarafından başka yerde oturmaya zorlanmış korkağın tekiyim. ben kim holding yöneticisi olmak/instagram'da 1 milyon takipçiye ulaşmak/yeni girişimcilik fikri bulmak kim?'' diye sorarsınız kendinize ve bir daha lokantanın yanından yöresinden geçmezsiniz. diyelim ki yanlışlıkla önünden geçtiniz, içinizi o başarısızlığın hüznü kaplar. sızlar yüreğiniz ama geri dönülmüyor geçmişe. başınızı öne eğip gidersiniz yolunuza, biter hikâye. hoşça kalın, sözlükle kalın...
    ···
  • +1
    ya amk cocugu ne güzel şarki yapmissin
    ben sırf o yüzden ilk birkaç gün dinlemedim şarkıyı, kıytırık bir şeydir diye düşündüm. sonra annem dinleyince dinlemeye başladım. hakikaten lan nedir abi *
    ···
  • +1
    özdemir asaf şiirlerindeki garip konu ad seçimleri
    var böyle bir şey. kıymetli şair (bkz: özdemir asaf)'ın aynı isimdeki şiirini de içinde barındıran (bkz: lavinia) adlı şiir kitabını okuduğumuz zaman genellikle kısa ve öz, gerekirse iki cümleden oluşan ama aşkı, çaresizliği, kırgınlık ve şikayetleri, bazen de umudu yerinde bir üslupla anlatan şiirler görüyoruz. görece uzun şiirlere rastlasak da kitabın çoğu kısa şiirlere ayrılmış. yalın bir dil, dilimize uygun sözcük kullanımı farklı ve anlaşılması bazen zor olabilen anlatımla birleşmiş ve özgün şiirler ortaya çıkmış. gerçekten insana çok şey katan, hem dinlendiren hem de düşündüren şiirler bunlar.

    fakat özdemir asaf şiirlerinde seçilen konu ve şiire verilen adların başkalığı göze çarpıyor. uygun ismin bulunamamasından ziyade sanki bilerek değişik isimler konulmuş ve okuyucuyu bir de bu açıdan sorgulamaya itmek amaçlanmış gibi. kasıtlı olarak yapılmış gibi bir hava var yani. özdemir asaf o an şiire isim koyarken sanki aynı anda başka bir şeyler de düşünüyor ve düşüncelerini şiiriyle bağdaştırıyor bence.

    örneğin dört mısralık yoğun bir şiiri var özdemir asaf'ın. bu şiir durumu en iyi anlatan şiir belki de.

    vurdun, acısı geçmedi daha
    biliyorum, geçecek
    ama öyle ağır konuştun ki ardından
    o, gittikçe gerçek


    şiiri incelediğimiz zaman sözlerin tokattan, pgibolojik darbenin fiziksel darbeden daha kalıcı olduğunu ve hislerin zor unutulduğunu anlıyoruz. aşk, yakınlık ve sonucundaki kötü anı zihinde beliriyor. peki bu güzel, etkileyici şiirin adı ne? başka frekans. evet, özdemir asaf (bkz: başka frekans) ismini vermiş bu şiirine. neden frekans vurgulanmış? frekanstan kasıt uyum, evren, zaman gibi konular mı? yoksa şair karşısındaki kişiyle çok farklı konuları dert ettiğini mi anlatmak istiyor? bunları hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama bu ismin çok farklı bir düşünce yapısıyla konduğu da muhtemel bir gerçek.

    başka bir şiiri daha var ilk eserine göre daha uzun ve çok katmanlı. sevgilisiyle yaşamak istediği anıları ve geçmek istediği aşamaları hayal eden, hayalini kaleme alan bir şiir yazmış. şiirin adı alfa.
    neye göre? nasıl? hangi anlamda alfa? günümüz yunan harflerinden alfa, beta, gama gibi harflerin kelimeleşip kazandığı anlamlar mı bunlar? yoksa bütünüyle başka bir alfa mı? şiirle bağlantısı ne? bunlar hep merak edilen, sorgulanan etmenler.

    şu anda çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş ve zamanında çok insana eserleriyle, zihniyetiyle, ürettikleriyle, yoğun ve karmaşık duygularıyla, aşkı anlatışıyla dokunmuş olan özdemir asaf belli ki farklıydı. bizden bir tarafı vardır mutlaka ama düşünce tarzı, yaşanmışlığı ve anlatmak istedikleri bizim tek seferde anlamamızı mümkün kılamayacak kadar farklı. böyle özgün bir şairi okuyabildiğimiz için şanslıyız. nice özdemir asaf'ların ülkeden ve dünyadan geçmesi dileğiyle. iyi geceler...
    ···
  • +1
    annelerin telefonda art arda çok kişiyi araması
    vardır böyle bir şey. mutfakta kahvaltı yapıyorsunuzdur ve kahvaltının bitimine yakın annenizin telefonda biriyle konuşası gelir. annelerin sıkılınca temizlik yapmak veya gündüz kuşağı programlarını izlemek haricinde en sık yaptığı şeydir telefonda konuşmak. rastgele biri gelir akıllarına, başlarlar aramaya. mesela durduk yere derler ki dur şu ablanı bir arayayım ne yapıyor.. sonra ararlar. abla kişisi telefona cevap verse de vermese de ondan sonra başkasını arayıp onunla konuşma işlemi gerçekleşir. sanki heves görünümünde bir görevdir bu. hazır boş zaman varken konuşma işlemini tamamlamak ve bir sonraki konuşma işlemine kadar gönlünü rahatlatmak amacı vardır bu daimi arayışlarda. onun içindir bu tatlı panik hâli annelerde.

    abla kişisi aranır, eğer meşgulse şakadan bir sitem edilir ve o kutlu süreci başlatan bir cümle gelir anneden: bir de teyzeni arayayım bakayım o ne yapıyor. artık o an mı aklına geliyor, yoksa önceden bu işi planlayıp sanki doğaçlama yapıyormuş gibi oyun mu oynuyor allah bilir. diğer teyzem, yeşim abla, anneannem falan derken hayatına girmiş kim varsa hatırlayıp aa dur ben bununla bir sohbet edeyim. şeklinde bir istek geliştiriyor. ve ediyor da. yaklaşık bir saat telefon konuşmasıyla, yeni öğrenilen haberlerle, bazen şaşkınlıkla birleşmiş üzüntülerle, bazen de şen kahkahalarla geçiyor. güzel de oluyor, eve tatlı bir hava geliyor.

    bende de oluyor bu ya hep ya hiç, yapmışken tam yapayım hâlleri. mesela whatsapp'ta bir arkadaşıma mesaj atacaksam birkaçına daha atarım ki biri dönmezse diğeri döner, karşılıklı iletişiriz güzel güzel. veya alışveriş merkezlerinde ne kadar çok ürün görürsen daha çok almak istersin. bitmez alma isteğin. şu çikolata güzele benziyor alayım, bak şurada yeni çıkmış bir cips var denenir, algida'nın çıkardığı dondurmalar çok güzel iki kutu alayım derken sürekli alırsın. kumar gibidir aslında. aldıkça önce kazanır, sonra kaybedersin. matematikçiler (-x²) fonksiyonu gibi düşünsünler. x burada bizim alacağımız ürünlere tekabül etsin, y de iç huzurumuza. x ( ürün alımı) arttıkça önce y (iç huzur) artar, sonra zirve noktasına geldiğinde y (iç huzur) azalır ve panik, kargaşa, ihtiras gibi duygular başlar. sonra da kaybederiz, borçlanırız zaten. acep böyle midir telefonda çok kişiyle konuşmak da? konuştukça iç huzuru kaçar mı annelerin? yoksa tam tersi konuştukça yerine mi gelir iç huzur? (+x) fonksiyonu gibi midir yani? bunlar hep soru işareti, bunlar hep merak, bunlar hep gizem. fakat yazmak da konuşmak da, yaşamak da elzem. iyi öğlenler *
    ···
  • daha çok