1. 1.
    +1 -1
    Hep “Her şey çok güzel olacak” diye kandırıyorum kendimi. Aslında kendime karşı epey dürüstüm, biliyorum; öyle birdenbire her şey çok güzel falan olmuyor. Bir yandan da “Her şey bomtak olacak” diye yaşamak, en kötü ninja filmlerinde ha bire dayak yiyen figüranların bile başına gelemeyecek türden kötü sonları hızlandırabiliyor. Biliyorsun; bir şeyler mütemadiyen ters gidiyor. Bir yerlerde… Birileri için... Muhakkak... Hatta öyle ki en güzel günlerini yaşadığını düşündüğünde bile, saçma sapan bir şeyler gelip de atını ‘deh’liyor ve birdenbire tersine dönmüş buluyorsun dünyayı. Sonra, “Burada yaşanmaz artık” diyorsun; “Hiçbir şeyin düzeleceği yok” veyahut “Artık bıktım!” Cümlelerinin freni tutmaz oluyor; ayarsızlaşıyorsun ve zincirleme bir kafa bozulmasının gelip de seni bulması böylece kaçınılmaz oluyor. Bunu bilenler için de “Her şey çok güzel olacak”sız çekilmiyor hayat.

    ■ Naziler tarafından toplama kamplarına zütürülen insanlarla dolu bir vagonun içindeyim. Bu kapalı vagonda ufacık, bir çift gözün sığabileceği genişlikte, tavşan deliği boyutlarında bir pencere var sadece; o da kafamızı çıkaramayacağımız kadar yüksekte; sırf havasızlıktan ölmeyelim diye. Tam da oradan sızıyor gün ışığı... O çok özlediğimiz, o hayat enerjisi veren, orada olduğunu iyi bildiğimiz ama çıplak gözlerimizle anbean, doğrudan göremediğimiz o enfes gün ışığı... Yaklaştığımız feci sonun farkındayız ama sona giden bu vagonda, dışarıdaki manzarayı göremiyor olmanın sıkıntısına yanıyoruz. Düşünsene; ölüme giderken derdimiz ölüm değil, can sıkıntısı…

    ■ O esnada, içimizden biri, o bitik sesiyle mırıldanıyor gözlerime bakıp: “Omuzlarıma basıp o pencereden dışarı bakmaya ne dersin?” Konuşacak kadar bile enerjimiz yokken, “Bu da nerden çıktı?” diyorum içimden; “Bu adam delirdi mi acaba açlıktan? Susuzluktan? Havasızlıktan? Işıksızlıktan?” Saniyelik tereddüt sonrası “Olur” diyorum çünkü aydınlığa hasretim... Kalabalık açılıyor, adamsa bana yaklaşıyor. O incecik, zayıf düşmüş, yorgun bedeniyle eğiliyor: “Çık” diyor. Basıyorum omuzlarına… itirazsız kaldırıyor beni son gücüyle. Yukarı, daha yukarı… Ellerimle vagonun penceresine tutunuyorum. Vagonda, manzarayı görebilen biri var artık. Görüyorum...

    ■ O ana kadar vagonda bitap yatan kalabalık, benden duyacakları ilk cümlenin merakıyla dimdik ayakta. O an gördüğüm manzarayı burada anlatamam ama vagondakilere, istanbul’da yaşayıp da henüz hiç deniz görmemiş birine denizi anlatırmışım gibi anlatmaya başlıyorum ‘uydurduğum’ manzarayı. Dünyanın en güzel manzarasını anlatır gibi anlatıyorum o taktan manzarayı. Ben anlattıkça, -içerde- ağlayanlar oluyor. Neden ağladıklarını soracak oluyorum… Vazgeçiyorum. Çünkü biliyorum ki -bazen- güzel şeyler hüngür hüngür ağlatır insanı. Ağlamak, coşkuyla sevmenin Ayazma’sı olur bazı vagonlarda. ‘Hep almayı beklediğin o iyi haberler’i bir düşün.

    ■ Anlattıklarımın gördüklerim olmadığını biliyor olsalar da, anlattıklarıma inanmak istedikleri için beni Leonard Cohen’i dinler gibi dinleyen bir vagon dolusu dinleyicim var. Omuzlarına bastığım adamsa bir süre sonra artık bitiyor, tam da “Hadi in” diyeceğini sanıyorum; bakıyorum ki o yavaşça altımdan çekilirken, omuzlarına basmamı isteyen bir başkası, gönüllü olarak kendi omuzlarını yerleştiriyor ayaklarımın altına: “Hadi” diyor, “inme sakın. Anlatmaya devam et… Ne görüyorsun? Durma, anlat!” Hiçbiri benim yerimde olmak istemiyor. Çünkü… Bir vagon dolusu hakikat bir olup yalan dünyanın güzelliğinde yol almayı seviyoruz. Bir başkası benim yerime oraya çıkar da hakiki manzarayı onlara anlatacak olursa, bu ‘son yolculukta dinlediğimiz büyülü manzara’mız bozulur diye çok korkuyoruz. Tavşan deliği manzarasının yalanlarını bile isteye çok seviyoruz. “Evet” diyorum; “Gördüğüm her şey çok güzel. Her şey çok güzel olacak. inanın bana... ”

    Alıntı beyler sizinde okumanızı istedim sadece
    ···
   tümünü göster